20. Bölüm

20.9K 1.3K 720
                                    

sylviarts 'e yapmış olduğu kapaklardan ötürü teşekkür ederim. ❤

Bu arada siz bu satırları okurken ben çok can sıkan işlerle uğraşıyor olacağım. Satır aralarına konarak bahar getirin bu bölüme. Bir ricam da takip ederseniz çok memnun olurum. :)

Seviliyorsunuz.

İlahi bakış açısı ile yazılmıştır bir kısmı.

Helikopterin pervanesi rüzgarla yarışırcasına dönüyordu dağlarının sisli eteklerinin üzerinde. İçinde şehadet yemini vermiş yiğitler tüm heybetleri, tüm cengaverlikleriyle odaklanmış halde ellerindeki telsizden gelecek haberi bekliyorlardı.

"Komutanım hâlâ ses yok," dedi başında bulunan kar maskesiyle bir yandan dağların oyuklarına bakan Yahya.

"Gelir!" dedi son derece güvenen bir sesle Komutan. "Benim aslanım gelir!"

"Gelir tabii komutanım. Gelmez mi? Gelir benim gardaşım." Dilinde dualar, gönlünde özlem gözü dağ eteklerindeki en ufacık canlılıktaydı. Ayak ucunda duran yirmi beş kiloluk çantanın içinden dürbünü çıkardı. "Hadi aslanım, hadi yiğit kardeşim gel artık," diye söyleniyordu.

"Sivaslı," diye duyulan sesle beraber elindeki dürbünle daha dikkat kesildi Yahya. "Neredesin gardaşım?"

"İki yüz metre kadar aşağısındayım ikinci zirvenin. Yerim tespit edildi. Peşimde dört kişi var. Bulunduğum yerden ayrıldım. Üç yüz metre kadar yukarı tırmanmam gerek. Helikopteri zirveye uçurun. Benden haber alamazsanızda dönün!" Sesindeki korkusuzluk, inanç öylesi keskin duyuluyordu ki helikopterin içinde olan aslanların tüyleri bu inancın altında diken diken oldu.

Yahya'nın elinde olan telsizi Komutan siyah eldiven taktığı eliyle çekerek aldı: "Bana bak asker! Üç yüz metre zirveye çıkmak için dört dakikan var. Geldin geldin, gelemedin buradaki kardeşlerini dağa salar ardıma bakmadan giderim. Dört dakikanın beş saniyesi geçti bile. Tek parça halde zirvede olacaksın! Duydun mu?"

Mehmet yanında oturan Yahya'ya dirseğini geçirerek, "Üç dakika otuz saniyede bizimki yukarda olur diyorum. Sen?" dedi etrafı gözleyerek.

"Üç dakika yirmi yedi saniye diyorum," dedi yeni bir iddaaya tutuşmanın verdiği heyecanla. Hemen sonra az önceki gürlemeyi kulaklara ikram etmemiş gibi oturan Komutanına döndü: "Komutanım isterseniz siz her ihtimale karşı bizi indirin dağa. Temizler çıkarız."

"Sana boşuna deli Yahya demiyorlar Yahya. Oğlum iki senedir benim aslanım boş yere mi o mağaralarda yaşadı." Elinde tuttuğu saate sık aralıklarla bakarak saniyelerin dakikaya bürünmesini gözledi dua ederek. "O gelecek, sonra dağı taşı temizleyeceğiz!"

"Temizleriz Komutanım. Hem belki şehadet şerbetinide içeriz," dedi gülümseyerek Yahya. "Peygamber Efendim karşılar beni hem şehit olursam. Sorgu sual meleklerine şehidim derim. Vatanım, milletim, bayrağım, dinim ve namusum için şehit oldum derim."

Komutan elindeki saatten gözlerini Yahya'ya dikti. "Evvela vatan. Sonra şehadet şerbeti."

Telsizden yeniden duyuldu cızırtılı ses dalgası: "Komutanım geldim. Geldim," dedi nefes nefese. "Komutanım burası iniş için müsait değil, halat sarkıtsanız yeter."

Dağın tepesinde esen hoyrat rüzgarın asiliğine baş eğmeyen ve iki senedir kesilmemiş olan saçları savruluyor, gür sakallarından az evvel girmek zorunda kaldığı nehrin suları damlıyordu. Sırtındaki çantanın içinde olan iki yıldır her mühim ismi, her mühim olayı kaydettiği defteri, suya dayaklı olan iki küçük silah, yine suya dayaklı olan telefonu ve kendi eliyle çizdiği harita vardı. Tırnaklarının içlerine dolan toprak, ellerinin üzerinde yarıklar, güneş lekesi olmuş teni, geniş omuzları, uzun bacakları, yırtılmaya yüz tutmuş postallarıyla hali pekte iç açıcı durmuyordu. Hele ki boyuna oranla zayıflamış bedeni göze çarpıyordu en çok. İki koca senede ağzına doğru dürüst lokma koymamış, kendi ana dilinde konuşamamıştı. Eh tabii yabancı olduğunu düşündüklerinden ve de kendilerine yardımının dokunacağını sandıklarından her mühim konuyu en ince detayına dek anlatmışlardı.

Gül KOZASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin