Bu hikayeyi o kadar uzun bir süre içimde taşıdım ki bir süre sonra asla kelimelere dökemeyeceğimden korkmaya başladım. Beş kez başladım, her defasında birkaç cümle yazıp kalktım başından. Sonra bugün aniden bir sabırsızlık sardı etrafımı ve aralıksız iki saat harcayarak bitirdim. Belki kırık dökük cümlelerle dolu, bilmiyorum...Kaç kişi okuyacak, kaç kişi bu hikayede yaşayacak hiçbir fikrim yok...Eğer okursanız, buraya bir şeyler yazmanızı çok isterim; küçük bir nokta bile olabilir bu. Yazmanın değerini sorguladığım zamanlardayım ve hikayelerde yalnız olmadığımı bilmeye ihtiyacım var.
Elinde paslı ve ucu kırık bir falçata tutuyordu. Kapıyı tedirgin bir tavırla kontrol etti, ardından falçatayı deri çizmenin yumuşak dokusuna sürttü. Fark edilme korkusundan ter içinde kalmıştı, kazağının koluyla alnındaki teri sildi ve uzaklaşıp başını yan yatırarak eserine baktı.
Dudaklarında bir tebessüm oluşurken ayaklarını az öncesine kadar yepyeni ve sapasağlam olduğu halde şimdi bir paçavraya dönüşmüş çizmelerine soktu. Fermuarları çektikten sonra odadan çıkıp sessizce dışarı süzüldü.
Tehlike yoktu; annesi ya da babası ortalıklarda görünmüyordu. Ufak da olsa suçluluk hissederek iki katlı evlerinin dış kapısından geçip yokuş aşağı koşmaya başladı. Yokuşun bitimindeki gecekonduyu ve gecekonduyu çevreleyen geniş tarlayı görebiliyor; domates toplayan Fatma teyzenin serzenişlerini ve hayvanlara yem vermeleri için çocuklarına bağırışını duyabiliyordu.
İçi garip bir huzurla kabarırken, yaklaştığı tarla evine ait bir çocuk olabilmek için pek çok şeyini feda edebileceğini düşündü.
"Günaydın Fatma teyze!"
"Günaydın oğlum!"
"Emrah nerede?"
"Arka bahçede, ineklerin yanında."
Çocuk, yüzünde güleç bir ifadeyle tarlayı baştan başa geçti, gecekondunun çevresinden dolaşıp arka bahçeye yöneldi.
Emrah, ineklere yem veren abisinin yanında yere çömelmiş, elindeki ince uzun ağaç dalıyla toprağı eşeliyordu. Başını kaldırıp da Ozan'ı gördüğünde yüzünde kocaman bir gülümseme peydah oldu.
"Ne zaman döndünüz?"
"Bu sabah." dedi Ozan, kendinden memnun.
İkisi de arka bahçenin toprak bir yolla bağlandığı tarlaya doğru aynı anda koşmaya başladı.
"Çok uzaklaşmayın!" diye bağıran genç adam, Emrah'ın abisi Mustafa'dan başkası değildi.
Sık ve boylarını aşacak uzunlukta mısırların arasına girip, büyüklerin gözlerinden uzak bir noktaya kadar ilerlediler. Hava sıcaktı, nemliydi, ağır ilaç kokusu az öncesinde sinek ilacı arabalarının geçtiğini gösteriyordu.
Ozan yorgunlukla iç geçirdi ve mısırların seyrekleştiği toprağa bıraktı kendini. Emrah'ın gözleri, Ozan'ın ayakkabılarındaki yırtıklara takıldı.
"Ne yaptın oğlum ayakkabına?"
"Yırtıldı." dedi Ozan, garip bir gurur hissiyle.
"İyi ya. Yenisini aldırırsın."
Ozan'ın beklediği tepki bu değildi. Emrah'ın gözlerinde bir yakınlık bulacağını ummuştu ama çocuğun ses tonuna mesafe karışmıştı. Dalgın bir tavırla, Emrah'ın ayaklarındaki patlak, yırtık ve toz toprak içindeki ayakkabılara baktı. Yeni bir ayakkabı alacak parası olmayan arkadaşının yanına, ailesinin İstanbul'dan aldığı yepyeni, gıcır gıcır çizmelerle gelmek istememişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dilek Defteri
Short StoryBilinmeyen bir şehre ait yıkık dökük evlerden birinde, eskimiş bir karyolanın altında, siyah kaplı bir defter yaşar...Üzerine yazılan bütün dilekleri gerçekleştirdiği halde, her defasında uğursuz bir nesne gibi fırlatılıp yalnızlığa mahkum edilen bi...