ÜÇÜNCÜ BÖLÜM/ BİRİNCİ KISIM

182 86 50
                                    

   O gün hava erken kararmıştı. Gündüzler kısalmış ve dökülmüş yapraklar toprağa karışmıştı. Yağmur vardı o akşam. Şimşek çakmasa da sokaktaki çukurlara su dolmuştu. Dışarıda şemsiyeli, şemsiyesiz birkaç insan telaşla evlerine koşuyorlardı. Islanmak çok güzeldir herhalde diye düşünüp, tecrübe etmek istedim. Üzerime ceketimi dahi almadan, dışarıya koştum. Anneanneme yakalansaydım beni iyi bir döverdi herhalde. Ama ben gizlice kaçıp sokağa çıkmıştım bile. Yolda deli gibi koşuyor, haykırıyor, yalpalayarak şarkılar söylüyordum. Bunu çok sevmiştim. İç çamaşırıma kadar ıslanmak, vücudumun suyla buluşması beni çok neşelendirmişti. Heyecanlanıyor, kahkahalar atıyordum.

   On üç yaşındaydım ve hayatım yeni yeni şekil alıyordu. Ergenliğe girdiğim ilk dönemlerimdi ve ben yoğun duygular içerisindeydim. Fiziki ve ruhî olarak, artık küçük bir kadın adayıydım. Bu nedenle yaşadığım her şey bana heyecan verici ve ilginç geliyordu. Hatta o dönemlerimde, zaman zaman yaşımdan olgun konuşuyor ve olan bir iki kıyafetimi de sobada yakıp yenilerinin alınmasını sağlıyordum. Zamansız ağlıyor, tiz çığlıklar atıyor, beğenmiyor, çabuk sıkılıyordum. Zaman zaman isyanlarım ve sosyal çevre edinme isteğim had safhaya ulaşıyordu. Yine bu yüzden, anneannemi suçluyordum. Şikâyet, şikâyet, şikâyet… Ağzımdan bir kere olsun hayırlı bir kelime çıkmıyordu. Anneannem durumumun farkındaydı belki ama ben onun beni önemsediğinin hiç farkında değildim.

   Eve sırılsıklam, saçlarım yüzüme yapışmış, titreyen bir sokak kedisi gibi dönmüştüm. Anneannem beni o halde görünce iyi bir dövüp, sonra da üzerimi değiştirmem için bana havlu vermişti. Çıkardığım kıyafetlerimi, sobanın başında kurutana kadar bekleyip, bir yandan da bana sitem ediyordu.
“Her defasında beni söyletiyorsun. Utanmıyorsun değil mi yaşlı bir kadını yormaya? Beni deli edeceksin bir gün!”
Ben sessizce bir kenara pısmış, kıyafetlerimin kurumasını bekliyordum. Yarım saat geçmemişti. Beni bir sıtma tuttu. Üşüyordum. Korkarak anneanneme:
“Ya anneanne, ben çok üşüyorum. Kurumadı mı kıyafetlerim?”
Anneannem telaşla bana feryat etti:
“Tüh! Allah cezanı vermesin! Hastalandın sen gene! Evde de ilaç yok ki! Gir şu battaniyenin altına da üşüme!”
Ben kendimi gerçekten hiç iyi hissetmiyordum. İçim titriyordu ama vücudum bir kor misaliydi. Çok geçmeden anneannem yanıma yanaştı. Kıyafetlerimi giydirecekti ama tenime dokunur dokunmaz, “Yanıyorsun” diye bir feryat kopardı. Ben onu duymuyordum:
“Ah, ah! Ölüyorum ben!” diye inliyor, acımı hafifletmeye çalışıyordum.

   O gece anneannem başımdan bir dakika olsun ayrılmamıştı. Evde ilaç yoktu ve eczane çok uzaktaydı. Ateşim düşmeyince, mecburen o ayazda dışarıya çıkıp, bir saat sonra ilaçla dönmüştü. Ben acımdan uyuyamıyordum. Saliha ve senem çoktan uyumuşlardı. Anneannem o gece başımda sabahlamıştı…

   O geceki maceramdan sonra, bir hafta okula gitmedim. Anneannem, maaşını son damlasına kadar benim iyileşmem için harcamıştı. Parasız kalmıştık. Sefalet içinde yaşıyorduk. Anneannemin aylığını almasına daha çok vardı. Kömürümüz de bitmek üzereydi. Ay sonuna kadar nasıl geçineceğimizi bilmiyorduk. Geciktirdiğimiz borçlular kapıya geliyor, anneannem onları zar zor ikna ediyordu. Bunca sıkıntının içinde o, bir de benim isteklerime yetişmeye çalışıyordu. Onu ne kadar zor durumda bıraktığımı bilsem de bencillik etmeye devam ediyordum. O yaşlardaki serbest yetişmiş bir kızın, zapt olması ne kadar zorsa isteklerine yenik düşmesi de bir o kadar kolaydır. Ben de her genç kız gibi, o dönemlerimi tos pembe yaşamak istiyordum. Yediğim önümde, yemediğim arkamda olsun; karnım tok, sırtım pek olsun istiyordum. Yüreğimdeki kuş hep zirveye uçsun istiyordum. Herkesin gözünde, ulaşılmaz olmayı hayal ediyordum.

   Günlerden cumartesiydi. Yaklaşık bir hafta okula gitmemiştim. Aslında yatakta da değildim, iyi sayılırdım. Evde yatmaya alışkın değildim. Evde kaldığım bu süre içinde sıkıntımı atmak için karşı mahalledeki çocuklara sataşıyor, sonra üzerime hücum ettiklerinde koşup saklanıyordum. İllallah etmişlerdi artık. Onları tek buldum mu ne âlâ! Ama eğer topluca olurlarsa cesaretimi kaçmaktan yana kullanıyordum. Yine de ağzım durmuyordu. Çok hareketli, kıpır kıpır bir kızdım ne de olsa. Oğlan çocuğu gibi davranıyordum.

   Yine o gün dışarı çıkmak üzere hazırlandım. Çizmevari ayakkabımı giymek için dolaptan çıkarınca onu ne çok sevdiğimi anımsadım. Öyle ki sırf onu giyebilmek için kış olmasını istediğimi ve bunun için ayları takip ettiğimi bilirim. O gün de gökyüzü deniz berraklığında, doğaya gülümserken; ben de giymekten oldukça eskimiş ayakkabılarımı tamir ettim. Bu iş oldukça uzun sürmüştü. Nihayet sokağa çıkabildim. Evden kendimi dışarıya attığımda, ilk işim sataşacak birkaç çocuk bulmaktı. Kendi sokağımızdan oldum olası zevk almazdım. Çünkü sokağımız çocukların değil kadınların meskeniydi. Kadınlar kapı önlerinde onu bunu çekiştirirlerdi. Bu da benim hiç hoşlanmadığım bir manzaraydı. Bereket versin bugün sokakta kimsecikler yoktu. Kısa bir turdan sonra, aşağı mahalleye doğru gitmeye karar vermiştim. Ana caddede, kaldırım taşlarının ucunda yürüyerek, okulda ezberlediğim şiirlerden birini mırıldanıyordum. Aşağı mahalle çok yakındı, beş altı dakikada oraya varmıştım. Buradaki evler tıpkı mezar gibiydi. Koca bir sessizlik ve ben! Tenha sokaklarda yürümeye ve bu arada heyecanı yüksek bir macerayı nasıl yaşayabilirim diye hayal etmeye başladım. Kendimi bir kahraman olarak hayal ediyordum. Herkesin sevgilisi ve kötülerin düşmanı bir süper kahraman! Kendimi bu hayale o kadar kaptırmıştım ki bana yaklaşmakta olan tehlikenin farkında olamadım.

   Uzun süren bu sessizliğin, şimdi fırtına zamanıydı. Nefeslerini ensemde hissedene kadar ruhum duymamıştı. Ve nihayet dönüp arkama baktığımda yumruklarla kendimi yerde buldum. Hayalle gerçeğin kesiştiği noktadaydım. İstediklerim değil yaşadıklarımla yüzleşiyordum. Üzerime saldıran on on beş kişinin tekmeleriyle acımı ta derinlerde hissettim. Bunlar sınıfın en korkağı olan Gaye’nin arkadaşlarıydı. İntikam için gelmişlerdi. Ağzım, gözüm, burnum kan içinde kalmıştı. Kalkmak için çırpınıyordum. Başımdan aldığım ilk darbeyle sersemlemiştim. Sesim çıkmıyor, kıvranıyordum. Yerdeyken az evvelki hayalimi düşündüm. Hayal edince hiç bir araç ve gerece ihtiyacım yoktu. Sadece hayal gücümü kullanarak bir kahraman oluvermiştim. Herkesin korkup kaçtığı iyilerin dostu, kötülerin düşmanı bir hayal kahramanıydım kısa süre önce. Şimdiyse yerdeydim ve gerçeklerin tam göbeğinde! Ne olurdu sanki hayaller anında gerçek olsa. O zaman düzen bozulur mu ki? Olsun yine de en zekice hayal eden ve en güçlü silahlar tasarlayan kazanırdı. Düzen kimin umurunda! Yeterince bu kısır döngünün kurbanları olmadık mı? Ne zaman, küçük balık zincirleri kırıp da büyük balığı yutmuştur ki? Ama hayaller gerçek olsaydı elbette küçük balık bu zevki tatmak isterdi tabi. Mesela o anda yere yığılıp kalmadan onları bilek gücümle iyi bir benzetmek istemiştim. Hayalim gerçekleşmiyordu belki ama böyle zamanlarda şansım yaver gidiyordu. 

   Uzaklarda, Teksas kovboyları edasıyla gelen kurtarıcı meleklerimi görüyordum. Hızlı ve korkusuz! Bu hayal değildi! Aslında onları tanımıyordum. Ama gelişlerinden niyetlerini anlıyordum. Yarı baygın bir halde onları incelemeye koyuldum. Çehremde bir aydınlanma oldu. Gülümsemeye çalıştım. Tanıdık bir sima vardı karşımda. O; al yanaklı, masum yüzlü kız, Nermin’den başkası değildi. Oysa anlamıyordum. Benim için gelmiş olabilir miydi? Yok, canım. Belki de tevafuktu. Buradan geçerken görmüşlerdi kavgayı da, tartaklanan kişiyi kurtaralım diye gelmişlerdi. Evet, tahmin ettiğim gibi onlarla dövüşmeye başladılar… Daha fazla kafa patlatamayacaktım. Acımın derdinden başka bir şey düşünecek halim kalmamıştı. Üşüyordum. Beni kurtarmaya gelen bu kıza can borcum olacaktı. Ayağa kalkıp, hıncahınç diğerlerinin gırtlaklarına sarılmayı ve çıldırasıya dövüşmeyi öyle çok istemiştim ki! Ama değil ayağa kalkmak, bunları düşünecek mecalim bile yoktu.

MİHRİCAN #Wattys2017 (Akademisyen Yayımlarından ÇIKTI)Where stories live. Discover now