ÜÇÜNCÜ BÖLÜM /İKİNCİ KISIM

156 74 36
                                    

   Uzun bir boğuşmanın ardından, Gaye pes etmiş ve arkasına bakmadan kaçıp gitmişti. Bense hırsımı alamadığım için, arkasından sövüp, sayıştırmıştım. Zaman çok çabuk geçiyordu. Hiç tanımadığım birisi gelip, beni kurtarıyor ve dakikalar içinde dostluk elini uzatıyordu. Bu zamanda böyle bir iyiliği kim yapabilirdi ki? Tabi bir çıkarı olmalıydı elbet! Malum, gökten bir melek bile inse, menfaati olduğu için geldiğini düşündürecek bir hayatı yaşıyorduk. O sırada yanıma kadar gelip de elini bana uzatan ilk insandı o! Uzanan bu el, bende nedense farklı bir etki yaratmıştı. Onu tanımıyor olmam bile, onun iyi niyetine hiçbir kuşku düşürmemişti. Belki de ilk defa bir insan için ilk intibaım bu kadar sıcaktı. İçimden gelen samimi bir gülümsemeyle ilk teşekkürümü yapmıştım. Ona karşı giderek büyüyen bir sevginin içime derinlemesine yayıldığını hissediyordum. Bu güzel duygunun tesiri altına girmiştim. Yıllar önce içime gömdüğüm bu hisle yeniden canlanmıştım. Nermin’in yardımıyla ayağa kalkmayı başardım. O da en az benim kadar bitkin görünüyordu. Bir anda hafifçe sendelediğini gördüm. Nefes nefese kalmış ve oldukça yorulmuştu. Güçlü bir insan gibi görünse de zayıf bir bünyesi olduğu anlaşılıyordu. Bana mecalsiz görünmemek için gayret ettiği belliydi. Ondan ses çıkmayınca bu sessizliği sonunda ben bozdum:
“Teşekkür ederim Nermin! Ama bunu yapmak zorunda değildin. Yani tanımadığın birisi için çok cesurca bir davranıştı.”
“Teşekkürler. Ama bundan sonra daha dikkatli olsan iyi edersin. Sen de cesur birisin. Onca insanı kendine düşman etmek cesaret işidir.”
Gülüştük.

   Nermin iyi bir kızdı. Onu ilk gördüğümde de böyle düşünmüştüm. Sanki aramızdaki bağların güçlenmesi için kader onu karşıma çok güçlü bir bahaneyle çıkarmıştı. İçimde ona karşı yeni bir duygu filizleniyordu. Dostluk! Bu çok sıcak bir duyguydu. Onunla kalbimde kapalı bir pencereyi aralamış ve yepyeni bir dünyaya göz kırpmıştım. Yol boyunca sohbet ettik. Onunla konuşmak bana iyi gelmişti. Yanındaki kızları tamamıyla unutmuştum. Onlara da teşekkür ettim. Bir ilkin heyecanıyla, çakırkeyf olmuş ruhum, yeni şekillenen bu arkadaşlığın ölümsüzlük iksirini içiyordu.

   Birlikte kaldırım taşında oturmuştuk. O oturduğu yerden doğrularak bana elini gülümseyerek yeniden uzattı. Ben de hiç tereddüt etmeden bana uzanan o eli tutmak için doğruldum ve tokalaştık. O:
“Tanıştığımıza memnun oldum Mihrican! Umarım bir daha böyle zor bir durumda kalmazsın. Ama illaki kalırım diyorsan bundan sonra ben de varım! Anlaştık mı?”

   Benim şaşkınlığım ve heyecanım giderek artıyordu. Beni ben olduğum için seven ilk insandı o! Elimde olmadan ona:
“Yani biz artık dost mu olduk?” demiştim. O ise bu soruma kahkaha atarak cevap vermişti.
“Bence öyle. Artık biz arkadaşız. Seninle mükemmel bir ikili olacağımıza inanıyorum. Ama şimdi gitmem gerek. Okula geleceksin değil mi?”
“Okul?”
“Bir kaç gündür okula gelmiyorsun ya, onun için sordum.”

Ben durumu anlayınca tebessüm ederek cevap verdim:
“Hım, doğru ya. Ben kaç gündür hastaydım. Ama evet, gördüğün gibi şimdi çok iyiyim. pazartesi mutlaka geleceğim. Artık okula gelmek için ikinci bir nedenim daha oldu, yaşasın!”   

Bana bakıp yalnızca gülümsedi. Sonra da hızla uzaklaşıp gözden kaybolmuştu.

   O gün çok mutlu ve onu yeniden görmek için heyecanlıydım. Kalbim, okyanusun ortasında sahibini kaybetmiş bir kayık misali,  rotasını bilmeden rüzgârın estiği yöne doğru gidiyordu. Doyumsuz bir hazzın içinde eriyip kaybolmama az kalmıştı. Bu şen tavırlarım, anneannemi huylandırmış olacak ki, dayanamayarak bana çemkirdi:

“Ne bu neşe Mihri, yine bir haltlar mı karıştırdın?”

Ben suratımı düşürerek öfkeyle:

“Ne yani ben gülmeyecek miyim bu evde? Annem beni ağlayayım diye mi doğurmuş? Allah Allah ya!”

Söylene söylene tavan arasına çıkmıştım.

   Kim ne derse desin, o gün sinirlenmeyecektim. Herkesin dostluk hakkında söyleyeceği çok şey vardır elbette. Fakat pek çok kimse bu söylenenleri önemsemez. Aslında dostluk, yirmi birinci yüzyılın çoktan gerilerinde kalmış, Avrupaî neslin “alaturka” diye alay ettikleri, insanların mektuplaşarak hasret giderdikleri tatlı bir hatıradan ibaret olmuştu. Dostlukla kurulan bağların menfaate dönüştüğü bu çağda elbette geçmişi özleyenler ve içinde bir yerlerde dostluğu büyüten istisnalar vardır. Bu sevginin sahiplerini yitirdikten sonra, bu ilk defa! O, ne aşkla kıyaslanır, ne de kardeş sevgisiyle! Bir tek anne şefkatiyle kıyaslanabilir. Annemi kaybettiğim için mi bilmem, en azından bu benim gözümde böyle. Bazen düşünüyorumda, hayat insanın yüklenemeyeceği yükü vermiyor omuzlara. Bazen serzenişler yükseliyorsa da semalara, acıları görmeyince de elindekinin kıymetini idrak edemiyorsun. Düşünüyorumda insan ne ile yaşar diye? Yitiğim bu diye mi bilmem, ama sevgi geliyor ilk olarak aklıma. Bu zamanda bir kilo menfaate satılan dostluğu, gerçek manada yaşayan çok nadir kimselere rastlayabiliyor insan. Bir yerde okumuştum:
“Bir baba oğlunun gerçek dostlarını tanıması için nasihat etmiş. Onun büyükçe bir çuval bulmasını istemiş ve çuvala kan revan içinde boğazladığı koyunu koymuş. Oğluna bu çuvalla en güvendiği dostuna gitmesini ve ona adam öldürdüğünü söylemesini istemiş. Çocuk kendisine gayet güveniyormuş. Ona göre dostlarının hangisine gitse onu kabul edermiş. Çuvaldaki kanlar çocuğun boynuna, kıyafetlerine bulaşmış halde dost bildiği bir arkadaşının kapısını çalmış, daha derdini anlatmadan kapı yüzüne kapanmış. Dostumdur dedikleri, bir bir sükût-u hayale uğratmış genç delikanlıyı. Verdikleri dostluk yeminleri ve yaşanılan onca anıları arkasında bırakarak evine dönmüş.  “ Haklısın,” demiş, “ Dünyada gerçek dostluk kalmamış.” Oysa baba aynı kanıda değilmiş. Ona göre gerçek dostluklar hiçbir şey sormadan güvenle kurulan bir mülkmüş. Ona bir de kendi dostuna gitmesini söylemiş. “Benim adımı vererek, adam öldürdüğünü söyle.” demiş. Delikanlı aynı şeyleri yaşayacağını düşünerek gitmiş babasının dostuna. Gecenin karanlığında yaşlı adamın kapısını çalmış, kendini tanıtınca adam halini yadırgamadan, soru sormadan içeriye girmesini söylemiş. Halinin sebebini öğrenen yaşlı adam, kazma kürek getirip çuvalı evin arkasındaki lale bahçesine gömmüş. Taze toprağın üzerine de lale fidanları dikip, saklamışlar. Adam gence o gece orada kalmasını söylemiş. Sabah tüm ısrarlara rağmen eve dönüp, olan - biteni babasına anlatmış. “Baba dur bakalım. Yarını bekle,” demiş. Ertesi gün olunca delikanlı, adamın evinin yolunu tutmuş. Babası giderken ona, bu defa adama tokat atmasını söylemiş. Delikanlı babasının neden böyle bir şey istediğini anlamadan, utana sıkıla babasının bu isteğini kabul etmiş. Babasının dostu olacaklardan bihaber birkaç arkadaşıyla cami avlusunda oturup, ezanı bekliyorlarmış. Genç, ona yaklaşıp bir tokat vurmuş. Ama adam hiç sesini çıkarmamış. Adam sesini çıkarmayınca tartaklamaya başlamış. Adam bir şeyler anlamış. Delikanlıyı kollarından tutup kendine çekerek kulağına fısıldamış:
“Evlat, var git babana selam söyle. Biz öyle bir kaç tokada lale bahçesini bozmayız.” demiş.”      

O zamanda böylesine güven verici, samimi bir dostluk kurmak gerçekten zor bir meseleydi. Ama ben kendi kuracağım bu dostluğa güveniyordum. Çünkü görünmeyen bir gönül bağıyla her şeyimi önüne koyarak girecektim bu yola. Karşımdaki ise benim her şeyimi sahiplenecek bir kızdı. Ona hiç kimseye güvenmediğim kadar güveniyordum. Kimbilir belki de bu erken bir teşhisti. Fakat ben hiç tanımadığım bu kız için güzel şeyler düşünüyordum. Onu daha ilk gördüğümde içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissetmiştim. Sanırım bu katılaşmış ruhumdan eriyip giden ön yargılarımdı. İçime bir huzur dolmuştu adeta. Güven, heyecan, menfaatsiz sevgi ve huzur! Yıllar sonra yeniden bir araya getirdiğim meziyetlerim…

MİHRİCAN #Wattys2017 (Akademisyen Yayımlarından ÇIKTI)Where stories live. Discover now