Bölüm 29

4.9K 291 408
                                    




Ey sevda kuşanıp yollara düşen, bilesin bu yollar dağlar dolanır

Yâre ulaşmadan düşersen eğer, yarına sesinin yankısı kalır










Ne alt katta çalan zilin sesini ne de az önce kapısının tıklatıldığını duymuştu. Hâlbuki Ayla'nın geleceğini biliyor, bekliyordu da ama baş ağrılarıyla başlayan ve zamanın akmak bilmediği şu katlanılmaz günde hiçbir şey yapmadan bir saat bile geçirmek öyle zor olacaktı ki, vakit geçsin, aklı endişe verici senaryolar kurmaktan başka bir işle meşgul olsun diye çizim yapmaya oturmuş, bir saate yakın, fonda müziğin sesi, huzursuz düşüncelerin bir örümcek ağı gibi sardığı zihninin bulanıklığı ve dağınıklığı eşliğinde, fırçanın ucundaki boyanın tuvalin dokusundaki belirsiz deliklere dolmasını dalgın gözlerle izlemişti. Dikkati kapı usulca aralandığında da çabuk dağılmadı. Ancak bir an sonra kapının sertçe kapatılmasıyla ayılır gibi olarak döndü, gelen Ayla'ydı; fırçayı elinden bırakırken, "Geldin mi?" diyerek yerinden kalktı, uzanıp şifonyerin üzerindeki teybi susturdu. "Dalmışım, duymadım."

"Belli," dedi Ayla onun dağınıkça topladığı saçlarını, üstünde boya lekelerinin kuruduğu iki beden büyük tişörtünü süzerken. İki kızın yüzünde de üzüntünün, endişenin, gerginliğin birleşip birbirine karıştığı birer solgunluk vardı. "Gittiler, değil mi?"

"Gittiler..." Sessizlik oldu; Beren ellerini birbirine geçirmiş, parmaklarını gerginlikle çıtlatıyordu. "Akşam Asım'ın evindeydik, dokuz gibi eve döndüm, onlar orada kaldı. Hazırlıkları bitmişti, sabaha doğru çıkacaklardı."

"Biliyorum, Asım söyledi." Son sarılışlarından sonra artık tamamen ayrılırlarken Ayla ona ne zaman yola çıkacaklarını sormuş, sabaha karşı çıkacaklarını öğrenmişti. Şimdi burada böyle bundan söz etmenin, bu bilgiyi Asım'dan duyduğunu söylemenin bile tatlı bir duygusu vardı.

Beren'in dudaklarında yarım bir tebessüm belirdi. "Konuştunuz." Sonra tebessümü birden yok oldu. "Öğrendin artık sen de. Yaramızı. Asım'ın yarasını."

Ayla başını mahzun ve isteksiz bir tavırla salladı. Dünden beri içini yiyip bitiren bir kurttu bu fikir, bu gerçek; kaçıp kurtulmanın, inkâr etmenin mümkün olmadığı bir gerçek; çocukluğunu bildiği dünya tatlısı arkadaşının, nasıl olduysa gönlünün düştüğü gencecik bir adamın alınlarına hiç çıkmayacak, belirsizleştiği zaman bile, yakından bakıldığı takdirde yeri belli olacak bir lekenin çalındığını düşünmek içini sıkıyor, canını yakıyordu. Çantasını yere, ayaklarının dibine bırakıp arkadaşına doğru kollarını açarak yürüdü. "Canım benim," diye sarıldı ona. "Neler yaşamışsın sen... Nasıl atlattın, nasıl baş ettin?"

Beren bu kucaklayışın iyi, güvenli ve rahatlatıcı hissiyle ona sarıldı; doğrusu Ayla'nın gerçeği öğrendikten sonra onu, onları suçlayabileceğini, her ne kadar istemeyerek de olsa bir insanın ölümüne sebep olmuş olmalarının kirini, izini ömürleri boyunca silemeyecek bu insanlardan -içlerinden biri en yakın arkadaşı olsa dahi- uzaklaşabileceğini düşünmüştü. Şimdi aslında o kadar da kirlenmiş olmadığını, bir yanının hâlâ beyaz kaldığını onaylayan bu sarılışta yükünün biraz daha hafiflediğini duyarak bir nefes verdi. Bir an sonra geri çekilip arkadaşının yüzüne baktı. "İnsanın çekemeyeceği tek dert, başına gelmeyen dertmiş gerçekten. Bunu öğrendim."

"Kıyamam sana..." dedi Ayla onun saçını düzelterek. "Nasıl dayandın? Hem de kimseyle paylaşamadan..."

"Çok zordu, Ayla." Başını iki yana salladı. "Hayal edemezsin."

Nereye Uçar Turnalar?Where stories live. Discover now