Bölüm 33

4.6K 235 398
                                    



Ne varsa güzellikten yana, bölüştüm, büyümüştüm

Bu ne yaman çelişki anne

Kurtlar sofrasına düştüm







Gencecik bedenler, ana-babaların bin bir emek ve şefkatle bakıp büyüttüğü, koruyup gözettiği, sonra bir sevgilinin ellerine devrettiği, o ellerde usulca okşanan, sonra yumuşakça, sonra cesurca öpülen veya belki hiç öpülmeyen, öpüleceği günü gençlik hararetinin sabırsızlığıyla bekleyen, tüm hayalleri ve heyecanları bir göğüs kafesine sığdıran bedenler, tek bir cevabın arandığı o en gaddar, en tahammülsüz yerlerde ve ellerde öyle cılız, amaca götüren bir eşyaya dönüşüyor. Hoyratça dürtülüyor, itiliyor, daha fazlasının geleceğinin sinyallerinin verildiği o gözdağı anlarında korkuyla ama yine de dimdik dururken bir an sonra bir vuruşla yerde iki büklüm, dövülüyor, dövülüyor, içinden, dışından kanıyor. Oysa bundan seneler önce bir yerlerde bir anne, çocuğunun o minik, zayıf bacaklarında en ufak bir yara izi, bir damla kan görmeye dayanamazdı; şimdi annelerin cefakâr yüzleri, taşın üzerine yayılıp genişleyen küçük kan göllerinde beliriyor.

"Sana bir soru sordum!" diye bağırdı adamlardan biri. Suat'ın yüzü bütün ifadesizliğiyle karşıya bakmaya devam etti; hâlâ temiz, sakallarından başka hiçbir izle örtülmemiş, henüz hiç darbe almamış, iki saat önce Beren'in o karanlıkta öptüğü gibiydi. Üstünde yalnız iki göz kırpışıp duruyordu fakat dudaklar mıhlanmışçasına sabitti. Adam aynı sabırsızlıkla ama bu kez tane tane, "Sivas'ta kaç kişiydiniz?" diye sordu.

Öteki adam yanaşıp Suat'ın başında dikildi. "Malatya'daki grupla bağlantınız var mıydı?"

Suat'ın gözleri bu kez belli belirsiz bir endişeyle kırpıştı; demek oradakiler de biliniyordu, içlerinden kaçamayan, yakalanan olmuştu belki de; kim bilir kim, kimler, taşın tozun toprağın üstünde beraberce oturup bayatlamış ekmekleri katıksız yedikleri o insanlardan kim bilir hangisi, hangileri...

"Konuşsana ulan!"

Suat sandalyesinde sessiz ve hareketsiz oturmaya devam etti; gözlerini çivilediği yerden çekmiyor, adamların yüzlerine inadına bakmıyor, işlerin kızışmakta olduğunu seziyor ama korkularını sezdirmiyordu. Oysa her şey pek sakin başlamıştı. Karakola girmiş, dayaktan kendini taşıyamaz olmuş bir adamın iki genç polis tarafından kollarından yakalanıp bir çuval gibi sürüklendiğini, kapıya doğru atılmaya götürüldüğünü görmüş, nedense daha bir korkusuzlukla ilerleyip onunla alakadar olan ilk memura, teslim olmaya geldiğini söylemişti; Suat Yılmaz; daha bu akşam kapısına gidilmiş, aranmış, bulunamamış o genç adam; gözler nasıl da şaşkın bakmış, üst üste kırpışmıştı. Ardından sorgu başlamıştı ve Suat onu sorguya çekecek bu iki adamın üniformasız olduğunu, şurada üstünde tuhaf, yabancı ama neye yaradığı gayet anlaşılan aletlerin bulunduğu bir masanın durduğunu gördüğü ilk anda, bu dört duvarın arasında kendisine yaşatılabileceklerin sınırsızlığını kavramıştı.

"Bana bak, delikanlı!" Adamlardan daha öfkeli olanı onun gömleğinin yakasını ensesinden yakalamış, yüzüne doğru eğilip o korku salan gözlerini Suat'ın yüzüne dikmişti. Suat adama ilk kez açık bir ifadeyle baktı. "Bizi boşuna yorma!" dedi adam. "Kendi ayağınla tıpış tıpış gelmişsin, diyecek lafın var, belli!"

Nereye Uçar Turnalar?Where stories live. Discover now