Bölüm 12

3.8K 248 124
                                    

Yaşamak, acı çekmektir. Hayatta kalmak ise, bu acıda bir anlam bulmaktır.

İki haftadır çocuklarla doğru düzgün görüşemiyorduk.

Nedeni tabii ki sadece benim sınavlarımın başlamasıydı. Bugün sonuncusuna girmiştim ve bu dönemlik bütün meseleyi kapatıp, yazmam gereken çok ciddi bir ödeve başlamak zorundaydım. Üçüncü sınıfın ilk dönemini bu şekilde düzgün kapatmış olabilirdim fakat bahsettiğim ödevi, üçüncü sınıfın son dönemine dek yetiştirmiş olmam gerekiyordu.

Ödevim, teoride kullanmakla birlikte gerçek hayatta da kullandığımız soyut bir kavrama dayalı olarak yazmak zorunda olduğum bir hikâyeden oluşuyordu.

Ben elbette ne yapacağımı bilmiyordum.

Mutfak masasına yaydığım kitaplarım, önümde duran dizüstü bilgisayarım, defterlerim ve hikâye için oluşturmaya başladığım taslaklardan oluşan karalanmış A4 kağıtlarım sanki yayıldıkları yerden ayaklanarak beni boğmak için tepeme tepeme çullanıyorlardı. Başımı ellerimin arasına alıp parmaklarımı saçlarımın arasında belli bir noktaya kadar kaydırdım ve sonrasında hiçbir şey yapmadan öylece, karşımda oluşturduğum dağınıklığı izlemeye başladım.

Karar vermek zordu sahiden de.

Hikâye yazmak kolaydı. Tabii ne yazacağınıza karar verdiğinizde, kolaydı. Dönem başında bu tarz bir ödevle sorumlu tutulacağımızın haberini üst sınıflardan aldığımda, bundan kolay ne olabilir ki diye düşünüp rahatlığın verdiği o rehavete kapılmıştım. Fakat şimdi aklımdan geçen tek şey bundan daha zor ne olabilir ki idi.

Çünkü aklım karman çormandı. Herhalde birisi beni dürtüklemese, saatlerce hatta belki de kalan hayatım boyunca bir duvara boş boş bakarken ne yapacağımı düşünebilirdim. Çok fena tıkanmıştım. Gündüzleri hayatım yolundaymış gibi davranmak insanların dikkatine oynamamak için sahip olduğum tek çareydi ve ben bunu elimden gelenin en iyi haliyle uygulamaya çalışıyordum. Michael ve Luke ile telefonda konuştuğumuzda ya da buluştuğumuzda da, aynı şekildeydi.

Ashton her zamanki depresif moduna geri dönmüştü. Bizi ne arayıp ne soruyordu. Kendisi de aranmak istenmiyordu.

Calum'un aramalarının çoğuna da cevap vermiyordum.

Çünkü aklımla ve kalbimle daha fazla oynamasını istemiyordum. Ne istediğini bilmezken onun tehlikeli bir adam olduğunu söylediğim günü hatırlıyordum. Belki de hayatım boyunca ilk defa kurduğum bir cümle beni bu kadar yanıltmamıştı. Sanki o cümle, Calum'un giymeyi sevdiği deri ceketlerinden bir tanesi gibiydi. Sürekli sırtında taşıyordu ve o cümleyi yaşıyordu.

Bana yardımcı olabileceğini düşündüğüm bir kitap aklıma geldiğinde, Calum'la ilgili dalmak üzere olduğum ve ödevimden çok daha boğucu olduğunu bildiğim düşüncelerimden kolaylıkla sıyrıldım. Masadan kalkarken kalçalarımdan başlayarak bacaklarıma doğru bir sızı dalgası indi. Saatlerce o ahşap sandalyelerde oturmaktan zavallı popomla birlikte bacaklarımdaki tüm noktalar parmak uçlarıma kadar uyuşmuştu. Ufacık toplu iğneler belden aşağımda olabilecek bütün noktalara batırılıyordu adeta. Sendeleye sendeleye odama doğru yürürken derin bir iç çektim.

Odamdan içeriye girdiğimde, salonum haricinde bir de gardırobumun karşısına yerleştirdiğim kitaplığıma doğru adımladım. Aradığım kitabın bu kitaplıkta olduğuna emindim. Gözlerim bir dedektör edasıyla rafların arasında süzülürken aradığımı üçüncü rafın en sol köşesinde bulmuştum.

Autumn Leaves || hoodWhere stories live. Discover now