Bölüm 26

2.4K 189 160
                                    

Ondan sadece bir tane var ve şu an benim yanımda duruyor, diye geçirdi içinden Eleanor.
O benim bir şarkıdan hoşlanacağımı daha ben o şarkıyı duymadan tahmin edebiliyor. Ben bir şey anlatırken can alıcı noktaya bile gelmemi beklemeden gülmeye başlıyor. Göğsünde, boynunun hemen altında onun benim için bütün kapıları açmasını istememe neden olan bir yer var.

Ondan sadece bir tane var. 

Hastanede kalmak zorunda olduğum bir hafta, benim için geçmek bilmedi.

Orası çok farklı bir yerdi. Koskoca hastanede tüm özel odaların birbirinin aynısı olduğunu, yalnızca konum olarak bazı katlarda farklı cephelere bakıyor olduklarını bilmeme rağmen kaldığım 505 numaralı odanın benim için çok farklı bir özelliği vardı.

Omuriliğimin geçirdiği şok sürecini atlatmasını bu bir hafta içerisinde beklemiştik. Ama geçmemişti. Ben o odanın duvarları arasında tek başıma kaldığım her yedi günde milyonlarca defa ayak parmaklarımı oynatabilmeyi denedim. Kill Bill filminde Uma Thurman'ın hastaneden kaçtıktan sonra arabanın içine zorlanarak binip, ayak parmaklarını oynatabilmek için arka koltukta dikkatini toplamaya çalıştığı gibi.

Sonra... olmadığını görüyordum. Ne kadar denersem deneyeyim olmamıştı. Ve zaman, benim yürümemi bile beklemeden akıp gidiyordu üzerimden. Günler beni ezip geçmişti. Hemşirelerin güler yüzleri arkasına sığdırdıkları umutsuz vaka olduğumu belirten gözleri beni ezip geçmişti, doktorumun toparlanacağıma dair son zamanlarda tamamiyle boş gelmeye başlayan vaatleri beni ezip geçmişti, Michael ve Luke'un beni neşelendirme çabaları ezip geçmişti...

Calum'un sevgisi, beni ezip geçmişti.

Ashton hastaneden benden önce çıkmıştı. Biraz da iyi olmuştu, çünkü onun yüzünü bile görmek istemiyordum. Eğer iyileşirsem bile görmek istemiyordum.

Calum bu haftanın çarşamba gününde yanıma gelip, Ashton'ın hastaneden çıkacağını ama gitmeden önce benimle konuşmak istediğini söylediğinde ona cevap verme zahmetinde bile bulunmamıştım. Zaten Calum'un da sadece usülü yerine getirmeye çalışan bıkkın bir ses tonuna sahip olduğu anlaşılır vaziyetteydi.

Artık kendimi Ashton'a karşı beslediğim öfkemi dizginlemeye cesaret vermeye çalışırken bulamıyordum. Yapamıyordum. Beni kırıp, öylece bırakıp kendisinin tüm kritik evreleri aşarak ayağa kalkıp bu hastaneden hiçbir şey olmamış gibi yaşadığına şükrederken ailesiyle gülerek çıkmış olduğu gerçeğini kaldıramıyordum. Eğer bu benim bencil bir insan gibi gözükmeme neden oluyorsa bu gerçekten umrumda bile değildi.

Yürüyemiyordum, şu an avuçlarımın arasında tuttuğum tek gerçek buydu. Yürüyemiyor oluşum.

Benim için yapılabilecek her şeyin limitini tükettiklerini anladığımda, cumartesi akşamı hastalara dağıtılan yemeklerin bir kısmını yemeye çalışıyordum. Luke bana çorbamı içirirken küçük bir bebekmişim gibi muziplikler yapmayı denemiyordu bile. Bunun işe yaramayacağını biliyordu. Söylediği tek şey, o lanet olası çorbanın tadının ne kadar berbat olduğunun umrunda olmayıp kasenin içindeki hepsini bitirmemi istediğiydi.

Hemşirelerimden bir tanesi ilaçlarımı getirdiğinde, Doktor Svensson akşam vizitimi gerçekleştirmek için bir kez daha odama gelmişti. Bu kez yanımda üçü de vardı. Ve yemin ederim, Doktor Svensson'ın bakışlarını gördükten sonra "Artık eve gitmek istiyorum" demiştim.

Ben söylemesem bile onun bana söyleyeceği şey buydu zaten.

Pazar sabahına taburcu olduktan sonra Michael'ın arabasıyla kendi daireme götürülmüştüm. Calum'un evine gitmek istememiştim. Çünkü en son oradan çıkmıştım ve... yarım kalan hayallerimi orada görmek hoşuma gitmeyecekti. Bir zamanlar yürümeyi becerebilen hayaletimin, Calum'un hayaletiyle birlikte salonda oturduğunu görecektim. Mutfakta yaptığımız son yemeği hatırlayacaktım. Onun dıştan çıkmasını ve sonra yatağında kendimize ait olan dünyaya adım atışımızı.

Autumn Leaves || hoodWhere stories live. Discover now