Bölüm 29

2.3K 200 141
                                    

Her insan bedeninin çürüyeceğini bilir ve bundan korkar. Ama çoğu insanın ruhu gövdesinden önce çürür; nedense bundan kimse korkmaz.

Meğer insanın kendi canını alması ne zormuş.

Ayaklarımdaki hissin bana geri dönüşünü hissedip, kahvaltımı bile yapmadan Calum'la alelacele toparlanarak soluğu o gitmekten korktuğum hastanenin doktoru olan Bay Svensson'ın yanında almıştık.

Beni tekrar muayene etmişlerdi. Neler olduğunu anlamadığım bir sürü test ve benzerinin yapılmasına izin vermiştim. Ayaklarımdaki parmakları oynatabilmenin sevinciyle bütün bu aşamaların ne kadar yorucu olduğu asla gözlerime batmıyordu. Tam aksine, tüm bu evrelerin bitiminden sonra Calum'un da benim de beklediğimiz gibi doktorumun bana umut dolu cümleler kurması için can atıyordum.

Beklediğim gibi de olmuştu.

Doktorumun iyi bir fizik tedavi merkezi önermesinden sonra eve gitmek için arabaya bindiğimizde, dakikalar boyunca ağlamıştım. Artık herhangi bir koltuk değneğine ya da ömrüm boyunca maruz kalma ihtimalimin olduğu tekerlekli sandalyenin varlığına ihtiyacımın kalmamış olmasından ziyade, eski June olmak ve eskisi gibi her şeyi yapabileceğim kadar ayaklarımın bana bu özgürlüğü bahşetmesine sevindiğimden ağlamıştım.

Göğsümden öyle büyük bir yük kalkmıştı ki... bunu tarif edebilme imkanım yoktu. Yaşayan insanların bile birbirlerini yeterince anlayabileceğini zannetmiyordum. Çok farklı bir duyguydu. Ne zaman geçeceğini bilmediğim bir şok baskısı altında tıkanmıştım ve geçmesi ümidi, olumlu yanıt alamadığım her seferinde kırılıyor olmasına rağmen ona tutunmaya çalışıyordum.

Çoğu zaman bu dünyada bir yere sahip değilmişim gibi hissediyordum. Başucumda günlerce bekleyen adamın yanına bir türlü yakışamayacakmışım gibiydi böyleyken. Şimdi... öyle değildi. Hastane çıkışı arabada bana sarılıp, ben heyecandan ağlarken onun da kollarımın arasında sessizce ağladığını hatırlıyordum. İçini çeke çeke benimle birlikte ağlamıştı. Dakikalar boyunca.

Bir ara fısıltı halinde 'Şükürler olsun,' dediğini duymuştum.

Öyleydi belki de.

Bay Svensson tarafından önerilen fizik tedavi merkezindeki tedavimin birinci ayını tamamlamıştım bugün. Her gün toplu bir şekilde gidiyorduk oraya. Luke ve Michael, Calum ve benden çok daha fazla heyecanlılardı. Beni görmek yerine Ashton'ı ziyaret ettikleri için onlara çok kızdığımdan dolayı, artık omurilik şokumdan çıktığımı bilsinler istememiştim. Fakat Calum benimle çok fazla... konuşmuştu bu konuyu. Bilmeye hakları olduğunu söylemişti.

Calum'un Ashton'a ne kadar öfkeli olduğunu tahmin edebiliyordum. Belki de benden çok daha fazla... öfkeliydi. Ben nefret etmemeye çalıştığım ve ayağa kalkamadığım zamanlarda kahverengi gözleri üzerimde dolaşırken, Ashton'a karşı duyduğu saf kini, öfkeyi, hırsı ve nefreti onlarda çok net görebiliyordum.

Haksız değildi. Ashton beni mahvetmişti. Ve bunun... geri dönüşü olmayabilirdi.

Luke ve Michael o gün karşıma geçtiklerinde onları azarlamıştım. Artık yürüyebilmem için tedavi sonucunda bana vaat edilen umudun da heyecanıyla yaklaşık bir saat boyunca hiç susmadan onlara kızmıştım. Fakat karşımda aptal gibi gülümseyip duruyorlardı. Sanki onları ölümüne azarlıyor olmam onlar için hiçbir şey ifade etmiyor gibiydi. Sevindikleri çok daha güzel bir şey vardı çünkü, farkındaydım. Benim adıma o kadar mutlu olmuşlardı ki, Calum'un kızacağını umursamayıp dolabıma kolilerce cam şişede çilekli süt alıp getirmişlerdi. Durup durmadık yerde Luke ayak tabanlarımı gıdıklıyor, Michael da o hep ihtiyacını hissettiğim sarılmasını bana hediye ediyordu.

Autumn Leaves || hoodWhere stories live. Discover now