13

8.4K 673 60
                                    

Not: Bu kitap Epsilon yayınevi aracılığıyla basılmış olup, yalnızca 20 Bölümü Wattpad'te bulunmaktadır. İlk defa okuyanlar ya da yeniden okumak isteyenler, kitaptaki haliyle buradan okuyabilir. Sevgiler.

***

13  

Saat henüz sabahın sekiziydi. Koşudan gelen birine uygun düşmeyecek şekilde elimde tuttuğum simit ve poğaça torbasıyla eve girdiğimde her şeyin bıraktığım gibi olduğunu fark ettim. Buğra, Berat ve Sedef hâlâ uyuyorlardı. Neyse ki anneleriymiş gibi kahvaltı hazırlayıp onları uyandıran kişi olmaya alışmıştım.

Elimdeki torbayı tezgâha bıraktıktan sonra hemen sürahiye uzanıp kocaman bir bardağa su doldurdum. Bir saattir koşmama rağmen yanımda su bulundurmadığımdan deli gibi susamıştım. Koşarken üzerimde gereksiz ağırlık taşımaktansa suyu biraz daha erteleyerek içmeyi tercih ediyordum.

Suyu içerken şu son üç günün nasıl da hızlı geçtiğini düşünüp, şaşırdım. Buğra ve Berat'ın polislere ifade vermesinin üzerinden tam tamına üç koca gün geçmiş ama olayın üzerimizdeki etkisi geçmemişti.

Polisler, Berat'ın ailesinin gece kulübüne yaptıkları saldırıdan ötürü tutuklu yargılanacağını söylemişti. Buğra ve Berat zorla alıkonulmalarından ötürü de şikâyetçi olmuşlardı... Adi pislikler her türlü bir süre demir parmaklıkların arkasındaydı. Bu haber bizi rahatlatsa da Berat, bizim aksimize hâlâ endişeliydi ve ailesinin kolay kolay pes etmeyeceğini söylüyordu.

Çağrı'nın ona sağlayacağı imkânlar neticesinde yurt dışında yaşama fikri ona daha cazip görünmüştü. Gencecik bir çocuğun bilmediği bir ülkeye gitmesi bana pek doğru gelmese de onun güvenliği benim doğrularımdan çok daha önemliydi. Ve böyle düşününce ben de Berat'ın isteğine sonsuz saygı duyuyordum.

Kapı zilinin çalması beni kapılıp gittiğim düşüncelerden ayırırken elimdeki bardağı tezgâhın üzerine bırakıp kapıyı açmaya gittim. Bu saatte yönetici dışında kimsenin geleceğini sanmıyordum. Çünkü adam biraz çatlaktı ve kiminle ne zaman konuşulur pek bilmiyordu. Kim bilir yine ne söyleyecekti?

Portmantonun üzerindeki aynadan kızarmış yüzüme ve dağınık saçlarıma baktığımda halimin içler acısı olduğunu düşündüm. Neyse ki beni az sonra görece kişi beyaz atlı prensim değildi. Kapıyı gönül rahatlığıyla açtım.

Ve anında rahatlığım yerini büyük bir şaşkınlığa, biraz da utanca bıraktı. Karşımdaki kişi çatlak yöneticiye hiç benzemiyordu çünkü. Üstelik sabah sabah onu kapımda bulmak; beyaz atlı prensimi bulmaktan çok daha sarsıcıydı.

"Çağrı,'' diye fısıldadım bilinçsizce.

"Sana da günaydın,'' dedi soğukça. "Hayalet görmüş gibi bakmayı kesip beni içeri davet edecek misin?''

"İçeri?'' Yutkundum. Söylediği şeyi idrak etmem birkaç saniyemi almıştı. "Şey, tabi, gel...''

Ayak bileklerime yığılan gülle hissini güçlükle yok sayıp kapının önünden çekildim. Son zamanlarda normalin dışında pek çok şey yaşamış olsam da şu an olan şey benim için kesinlikle bambaşkaydı. Çağrı Akarslan benim evime gelmişti. Evime. İyi de adresimi nereden öğrenmişti? Dahası niye buradaydı? Üstelik bu saatte?

"Pek çok konuda olduğun gibi misafir ağırlamakta da berbatsın,'' diye söylendi ve yanımdan geçip içeri girdi. "Ayakkabıları çıkarıyor muyum?'' Portmantonun yanında durup ela gözlerini üzerimde gezdirdiğinde sorusunun inceliği karşısında bir an etkilenmeden edemedim.

"Biz çıkartıyoruz ama sen rahat edemeyeceksen ayakkabıyla da girebilirsin,'' diye saçma sapan bir şeyler geveledim.

"Peki,'' dedi umursamazca ve arkasını dönüp yürümeye başladı.

Bir Rüyanın PeşindenWhere stories live. Discover now