BÖLÜM 14

50.9K 2.6K 32
                                    

…AMAZON KADINLARI…

Rebekah sabah yine tam vaktinde uyanmıştı. Yatakta doğrulup gülümsedi. Bunu için bir sonraki görüşmelerinde ‘Suratsıza’ teşekkür etse iyi olacaktı. Saçlarını düzeltirken yastığın nemli kılıfını fark etti. Dün yaşadıkları aklına gelince gülümsemesi yavaşça soldu.
Ares'e karşı hislerini henüz adlandırabilmiş değildi ve bu başına ağrılar girmesine neden oluyordu. Ondan sadece etkilenmiş olabilirdi. Sonuç olarak Ares bu dünyada görüp görebileceği en çekici adamlardan biriydi. Ancak Rebekah bunun ilgiden fazla olduğunu biliyordu. Çünkü sadece basit bir ilgi olsaydı kalbi bu denli acımazdı.
'İyide nasıl?' diye düşündü çaresizce. Aşk bu kadar kısa sürede mi gerçkeleşiyordu? Ares’e olan duygularının farkına varmışken nasıl karşısına çıkıp hiçbir şey olmamış gibi yapacaktı bir fikri yoktu ama yapmalıydı. Kimseye bir şey belli edemezdi. O güçlü bir kızdı. Bunca garip olayın üstesinden gelmişti. 
Henüz isimlendiremediği duygularının üstesinden gelebilirdi. Ama tüm bunlardan daha önce ne ara kalbinde böyle saçma duygular filizlenmiş olduğunu çözmeliydi. Bunların gelip geçici bir şey olduğunu düşünüyordu. Çünkü hiç kimse bu kadar kısa sürede aşık olamazdı. Değil mi? İlk görüşte aşk saçmalığına asla inanmayanlardan biriydi. Ve hala da inanmıyordu.
Yataktan kalkıp kendine gelebilmek için kısa bir duşa aldı. Duşun ardından üstüne her zamanki eğitim kıyafetlerini giyip odadan çıktı. Merdivenleri olabildiğince yavaş indi. Ares ile karşılaşması ne kadar geç olursa o kadar iyi olacaktı. Ancak kale kapısına gelince Ares’i göremedi. Onun yerine Caleb bekliyordu. Rebekah’nın geldiğini fark edip omzunun üzerinden ona baktı.

‘’Günaydın.’’ Dedi Rebekah. Bir yandan Ares olmadığı için mutluydu. Diğer yandansa burada olmadığı için hayal kırıklığına uğramıştı.

‘’Günaydın Blackwood. Ares’in bugün işi var. Eğitimi beraber yapacağız.’’ Rebekah sadece kafasını salladı ve Caleb ile beraber dışarıya çıktı.


Yorucu bir çalışmanın ardından Rebekah ve Caleb spor salonundaki deri koltuklarda karşılıklı oturmuş dinleniyorlardı. Caleb kollarını göğsünde birleştirmiş gözlerini kapatmıştı. Koltukta aşağıya doğru kaymıştı ve bacaklarını iki yana açıp kapatıyordu. Rebekah’nın gözleri, Caleb’ın suratındaki piercinglere takıldı.

‘’Caleb dönüşüm geçirdiğinde onlara ne oluyor?’’ diye sordu. Caleb tek gözünü açıp genç kıza baktı. Rebekah, onun burnu ve dudağındaki piercingleri işaret etti. Caleb çarpık bir şekilde gülümsedi.

‘’Bir yere kaybolmuyorlar Blackwood. Sadece tüylerimin arasında gözükmüyorlar. Kurt formu insan formumuzdan daha büyük olduğu için kurt formunda küçük kalıyorlar ve tüylerimin arasında gözükmüyorlar.’’Rebekah Caleb’ın gülümsemesine karşılık verdi. İlk başta onu hiç sevmese de Caleb iyi biriydi. Pek konuşmayı sevmese de onunla iyi anlaşıyordu. 

‘’Neden bana sürekli Blackwood diyorsun. Sanırım artık alıştığım için eskisi kadar sinir bozucu gelmiyor ama neden?’’ Caleb dudağını büzüp omzunu silkti.

‘’İsminden daha güzel.’’ Rebekah suratını buruşturdu. Caleb ona iltifat mı etmişti yoksa hakaret mi belli değildi. O sırada spor odasının kapısı açıldı ve içeriye James girdi. ‘’Dersiniz bitti mi?’’ diye sordu. Caleb evet anlamında kafasını salladı. James onların yanına geldi ve Rebekah’nın yanına oturdu.

‘’Ee hâla delirmeyen cesur kızın durumu nasıl?’’ dedi omzuyla Rebekah’ı dürterek.

‘’İyi.’’ Caleb’ın kısa kesme alışkanlığının üzerine Rebekah kaşlarını çattı. ‘’İyinin açılı mı şu oluyor James; insanlardan daha güçlü olduğum ortada. Bugün 80 kilo kaldırdım ve koşu bandında uçmak üzereydim.’’ Dedi kıkırdayarak.

‘’Nasıl bir ucube olduğun belli olmaya başlıyor ha?’’ James’in şakası üzerine Rebekah bacağıyla onu dürttü. ‘’Ahh neden buraya geldiğimi unutuyordum. Vincent seni bekliyor. Kahvaltı için. İstersen odana gidip hazırlan.’’ 

Rebekah’nın kaşları havaya kalktı.‘’Vincent? Beni bekliyor? Beraber kahvaltı yapacağız?’’ Dedi şaşkınlıkla James’e dönerek. 

James sırıttı. ‘’Aynen öyle. Seninle normal bir şey yapıp rahatlamanı sağlamaya çalışıyor.’’ Rebekah James’in sözleri üzerine kahkaha attı.‘’Evet. Baş alfayla kahvaltı. Kesinlikle normal ve çok rahatlatıcı.’’ Oturduğu yerden kalktı. Kapıya doğru ilerlerken arkasına dönüp Caleb ve James’e baktı. ‘’Şey yarın dersi kiminle yapacağım?’’ diye sordu.

‘’Bilmem Ares dönerse belki onunla dönmezse de benimle.’’ Dedi James omzunu silkerek. Rebekah Ares’in nerede olduğunu sormak istedi. Ama dilini tuttu ve odadan çıktı. Merdivenleri hızlı adımlarla çıkarken Felicia ile karşılaştı.

‘’Bakın kimler buradaymış. Partiden sonra hala hayatta olduğunu görmek üzücü oldu. Oysaki Ares’in seni öldüreceği konusunda iddiaya girmiştim.’’ Rebekah gözlerini devirerek merdivenlerden çıkmaya devam etti. Onunla uğraşmak istemiyordu ama altta da kalmazdı.

‘’İşte o kadar değerliğim ki savaş tanrısı Ares bile beni öldürmedi. Tabii senin küçük aklın bunlara ermez. O yüzden boşuna kafanı benimle yorma. Şimdi izninle Vincent beni kahvaltıya bekliyor.’’ Dedi ve arkasını dönüp merdivenleri çıkmaya devam etti. Felicia arkasından hakaretler yağdırırken Rebekah merdivenin tırabzanından kafasını sarkıtıp ona orta parmağını gösterdi ve Felicia’nın hırlaması üzerine kahkaha atıp odasına yöneldi.

Hızla duş alıp üzerindeki terden kurtuldu. Siyah pantolon ve lacivert kazak giydi. Ayakkabıların arasında bulduğu siyah postalları giyip bağcıklarını bağladı. Kolyesini her zamanki gibi tişörtünün içine sakladı. Nemli saçlarını açık bıraktı. Siyah kutunun içinden çıkan bıçağı saldırının ardından sürekli yanında taşıyamıyordu. Eğitimler sırasında odasında yastığın altında bırakıyor Jordan’ın yanına giderken botunun içinde saklıyordu. Yatağa doğru ilerleyip yastığın altına elini sokup hançeri aldı. İç çekerek eğildi ve dikkatlice botunun içine yerleştirdi. Karnı guruldayınca yüzünü buruşturdu. Fazlasıyla açtı.
Odasından çıkarken James’e Vincent’ın nerede olduğunu sormadığını fark etti. Hızlı adımlarla merdivenleri inerken içine çektiği nefesi oflayarak bıraktı. Önce taht odasına bakacaktı. Eğer orada değilse birilerine sorup bulacaktı. Taht odasına gelince büyük kapıyı ittirerek açtı. İçeriye girip etrafa göz gezdirdi. Üç nemf haricinde kimse yoktu.

‘’Vincent’ın nerede olduğunu biliyor musunuz?’’ diye sordu yüzünü buruşturarak. Cebap alıp alamayacağını bilmiyordu. Çünkü bu perilerin konuşma alışkanlığı yoktu! Siyah tahtı temizleyen kısa turuncu saçlı hizmetli gülümseyerek Rebekah’a döndü.

‘’Alfa sizi bekliyor Bayan Blackwood. Lütfen beni takip edin.’’ Dedi. Rebekah’nın yanına geldi ve koridorda ilerlemeye başladı. Genç kızın onun bir adım arkasından ilerliyor ve nemfi inceliyordu. Hala peri olduklarına inanamıyordu. Tenleri o kadar beyazdı ki şeffaf gibiydiler. Sanki biraz daha yakından incelese içlerini görebilecek gibiydi. Güzelliklerini kıskanmayan tek bir canlı bile olamazdı. Hepsi o kadar güzeldi ki insanda aynanın karşısına geçip umutsuzca vücudunu inceleme hissi uyandırıyorlardı.

‘’Adın ne?’’ diye sordu Rebekah.

‘’Lelea.’’ Yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı. Gerçekten de tıpkı peri gibiydiler. Zarif ve sessiz hareket ediyorlardı. Jordan onlardan ilk nemf olarak bahsetmişti. Bu şimdi mantıklı geliyordu. Yunan mitolojisinde nemfler tanrılara hizmet etmekle görevlendirilen dişilerdi. Rebekah önünde yürüyen güzel nemfi dikkatlice izlerken Lelea simsiyah bir kapının önüne gelince durdu. Kapıyı tek eliyle itti ve kapı sessizce açıldı. ‘’Buyurun Bayan Blackwood.’’ Dedi eliyle içeriyi gösterirken.

‘’Teşekkür ederim Lelea. Ayrıca bana Bayan Blackwood diye hitap etmene gerek yok. Rebekah diyebilirsin.’’ Lelea’nın yüzündeki gülümsemesi genişledi ve gözleri ışıldadı. Rebekah, nemfin beyaz yüzündeki gamzeleri görünce kıskançlıktan oturup hırsla tırnaklarını yiyecekti.

‘’Siz nasıl isterseniz. Teşekkür ederim.’’ Dedi ve arkasını dönüp koridorda gözden kayboldu. Genç kız Lelea’nın arkasından hem kıskançlıkla hem de mutlulukla baktı. Nemfler insanın içine gerçekten de mutluluk salgılıyordu. Önüne dönerek karşısındaki kapıdan içeriye girdi. 

Kırmızı ve siyah renklerle dolu olan oda sıcaktı. Duvarlar ve yerler kırmızı, odadaki eşyaların tamamı ise siyahtı. Tam karşı duvarda büyük bir şömine vardı. O kadar büyüktü ki Rebekah içine girip rahatlıkla hareket edebilirdi. Şöminenin üzerinde güzel bir manzara resmi vardı. Odayı inceleyen genç kız çevreye bakarak şöminenin önündeki siyah kadife koltuğa doğru ilerledi. Elini koltuğun yumuşak kumaşı üzerinde gezdirirken duvarlardaki tabloları inceledi. Odanın sol tarafında siyah bir kapı vardı. Sağ tarafındaki duvarlar ise tamamen resimlerle kaplıydı. Kendi etrafında dönerken kapının girişindeki sağ tarafta kalan duvarın boydan boya kütüphanelerle kaplı olduğunu gördü. Kitaplığa ilerleyerek ellerini tek tek raflarda gezdirdi. Çoğu yunan mitolojisi ile ilgili kitaplardı. Kurtadamlar ve vampirlerle ilgili kalın ve tozlu kitaplar Rebekah’nın ilgisini çekti. Belki Vincent’la konuşup bu kitapları incelemek istediğini söyleyebilirdi. Üzerinde ‘Efsaneler ve Kurtadamlar’ yazan oldukça eski görünen kitabı eline aldı. Kalın kapağını açıp incelemeye başladı.

‘’O kitap neredeyse bin yıllık.’’ Rebekah Vincent’ın sesi ile irkildi. Tam karşısında duruyordu. Her zamanki gibi ciddi değildi. Yüzünde sıcak bir gülümseme vardı.

‘’Ben. Şeyy. İlgimi çekti sadece.’’ Dedi genç kız şaşkınlıkla.

‘’İstediğini okuyabilirsin. Artık hakkımızdaki her şeyi öğrendiğine göre istediğin zaman buraya gelip kitapları okuyabilirsin.’’ Rebekah gülümseyerek elindeki kitabı yerine koydu. Odadaki diğer kapı açıktı. Vincent oradan gelmiş olmalıydı.

‘’Kahvaltıda bana eşlik ettiğin için teşekkürler.’’ Dedi ve Rebekah’nın koluna girerek onu diğer kapıya doğru yönlendirdi. Tenine değen sıcak elden, vücuduna güven duygusu akıyordu. Bütün bedeni gevşedi ve içinde kelebekler uçuyormuş gibi hissetti. Genç kız hem temastan dolayı hem de Vincent’ın davranışlarından dolayı şaşkındı. Vincent’ın bu kadar kibar olacağı aklına gelmezdi. Kapıya geldiklerinde Rebekah içeriye geçti ve gördüğü manzara karşısında nefesi kesildi. ‘’Vay canına!’’ 
Upuzun bir balkondaydılar. Ama balkonun üstü, altı, ön ve yan kısımlar camlarla kaplıydı. Dışarıdaki soğuk içeriye gelmiyordu ancak muhteşem manzara insanın nefesini kesiyordu. Kalenin korunaklı duvarlarının ardı hatta Rebekah’nın evi bile rahatlıkla gözüküyordu.

‘’Güzel bir manzara.’’ Dedi Vincent. Genç kızın yanında duruyordu. Ellerini arkasında birleştirmiş manzaraya bakıyordu.

‘’Kesinlikle muhteşem!’’ Diye mırıldandı genç kız. Bakışlarını balkona çevirip etrafı inceledi. Balkonun köşelerinde değişik çiçekler vardı ve muhteşem kokuları bütün odayı sarmalamıştı. Tam ortada uzun bir masa vardı. Üzeri bin bir çeşit yiyeceklerle doluydu. Vincent sandalyelerden birini tutup çekti.

‘’Önce kahvaltı yapalım. Daha sonra seninle sohbet edeceğiz.’’ Dedi. Bunun üzerine Rebekah şüpheyle Vincent'a baktı. Sohbet etmenin altından neler çıkacağını düşünürken karnı açlıktan kasılınca düşüncelerden sıyrıldı. Önce acilen kahvaltı yapmalıydı. Vincent’ın tuttuğu sandalyeye ilerleyip oturdu. 
Siyahlar içindeki Vincent ise masada tam karşısına geçti. Sessiz başlayan kahvaltı da Rebekah biraz huzursuz hissediyordu. Ama fazlasıyla aç olduğu için bunu görmezden gelmeye çalışıyordu.

‘’Eğitimlerin hızlı ilerlediğini duydum.’’ Dedi çayını içen Vincent. Rebekah kahve bardağının üzerinden ona baktı ve kafasını salladı.

‘’Henüz yeni başlamama rağmen her geçen gün bazı şeylerde daha da ilerliyorum. Bu beni bile şaşırtıyor. Ama hepinizin merak ettiği güç konusuna gelirsek o konuda hala bir şey yok.’’
Vincent Rebekah’nın gözlerine baktıkça Helena’yı görüyordu. Ve bu onu huzursuz ediyordu. Daha önce saçma ve mantıksız olarak zihninin derinliklerine gönderdiği düşünce Rebekah’ı gördükçe tekrar ortaya çıkıyordu. Kafasını iki yana sallayıp sandalyesinde geriye yaslandı. Şuan bunları düşünmemeliydi.

‘’Belki de bu konuda baskı altında hissettiğin için henüz ortaya çıkmamıştır. Rahat olmanı isterim Rebekah. Burada kimse seni zorlamaz ve sana zarar veremez. Burada güvendesin.’’ Rebekah ağzındaki sıcak muffını çiğneyemeden yuttu. Yüzü durgunlaştı.

‘’Burada zaten hiç olmadığım kadar kendimi güvende hissediyorum.’’ Sebebi Vincent’dan aldığı garip enerjiydi. Ama bunu ona söylemedi.

‘’Bunu duyduğuma sevindim.’’ Dedi Vincent rahatlayarak. Bunları duymak, Ivan'ın ölümü hakkında aldığı kararı destekledi. Rebekah asla Ivan'ın öldüğünü öğrenmemeliydi. Bu gerçeği öğrendiği zaman kurtlara ve Vincent'a olan güveninin sarsılmasını istemiyordu. Bir süre gergin bir sessizlik oldu.Rebekah sessizce karnını doyururken Vincent sadece onu izledi.

‘’Ailenle ilgili araştırma yapıyoruz Rebekah. Gerçek ailenle ilgili. James yetimhaneye gitti. Ivan ile konuşmak için. Seni oraya bırakan kimse belki bize vereceği bilgilerin işe yarayacağını düşünmüştük. Müdür önce ona yalan söylemiş ama James bunu anlayıp etki altına alıp gerçekleri söylemesini sağlamış.’’ Rebekah’nın birden iştahı kaçtı. Kahve bardağından aldığı büyük yudumu gürültüyle yuttu. Bardağını masaya bıraktı. Nasıl bunu yapabilirlerdi? Müdürü zorlamalarının bir anlamı yoktu. Zaten adam yeterince yaşlıydı.

‘’Tamam. Her şeyi benim iyiliğim için yaptığınızı biliyorum. Ama o adamı zorlamanıza gerek yoktu. Bana sorsanız size zaten anlatırdım.’’ Dedi sesini biraz yükselterek. Vincent kafasını yana eğip genç kızı inceledi.

‘’James müdürü zorlamadı. Sadece neden yalan söylediğini öğrenmek istedi. Aileni araştırdığımız saklı bir şey değildi Rebekah. Sen neden gelip müdür ile olan konuşmanı anlatmadın?’’ Rebekah huzursuzca kıpırdandı.

‘’Ivan sadece beni korumak için size yalan söylemiştir. Çünkü beni oraya bırakan kadın sürekli beni koruması gerektiğini söylemiş. Eminim mafya gibi giyinen adamlarınız onu korkutmuştur. Size niye anlatmadığıma gelince bunu kendim yapmak istedim. Ayrıca henüz hazır değildim.’’ Sesini yükseltmemeye çalışsa da kendini tutamamıştı. Derin bir iç çekip titrekçe verdi. Sinirleri iyice gerilmişti.

‘’Sanırım olayları hiç senin açından değerlendirmiyoruz.’’

‘’Bunu fark edebildiğinize sevindim.’’ Dedi Rebekah gözlerini ona dikerek. Vincent kollarını masaya koyup ellerini birleştirdi.

‘’Ama sende bizim açımızdan değerlendirmiyorsun. Düşmanlarımız hala bizden önde. Her an büyük bir saldırı düzenleyip seni kaçırmaya çalışabilirler. Harekete geçmemiz gerek. Oysa biz daha senin ne ya da kim olduğunu bile bilmiyoruz.’’ Rebekah’nın başına ağrılar girdi. Vincent haklıydı. Hem de fazlasıyla. Rebekah bencillik yapıp kendi hakkındaki gerçeklerden kaçıyordu. Çünkü korkuyordu.

‘’Senin için çok zor Rebekah. Ama bana güvenebilirsin. Seni her zaman koruyacağıma inanabilirsin. Önce Sarah ve Andrew’i kaybettin. Sonra evlatlık edindiğin ile ilgili gerçekler ve üstüne bunlar hepsinin sana ağır geldiğinin farkındayım. Ama sen güçlü bir kızsın. Şuana kadar hepsinin altından kolaylıkla kalktın.’’ Vincent’ın ona güven veren sesi Rebekah da ağlama isteği oluşturdu. Ya şimdi ya hiç diye düşündü. Masadan kalkarak Vincent’ın yanına gitti.

‘’Size göstermek istediğim bir şey var. Bunun için biraz beklemeyi düşünüyordum ama zaman yok. Ve sanırım haklısınız.’’ Vincent kaşlarını çatarak oturduğu yerden kalktı ve genç kızın tam karşısında durdu. Rebekah işaretin lanet bir yerde olmasına küfretti. Gözlerini devirip elini kazağının yakasına götürdü.

‘’Bu doğum lekesi ben doğduğumdan beri var. Ve pek normal değil. Sanırım görünce ne demek istediğimi anlayacaksın.’’ Dedi ve kazağının yakasını aşağıya doğru çekip sadece doğum lekesinin olduğu yeri gösterdi. 
Vincent genç kızın sözleri ardından gösterdiği noktadaki lekeye baktı. Kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. Buna leke demek doğru olmazdı. Hilal şeklindeki küçük siyah ay o kadar kusursuzdu ki. Buna leke demek hakaret olurdu. Bir dövme gibiydi. Ya da işaret. Genç kız elini çekerek kazağının yakasını düzeltti.

‘’Bu ben doğduğumdan beri var. Hep aynı boyutta. Hiç değişmedi. Sarah ve Andrew bunun bir kanser olacağından şüphelenip, küçükken doktora götürmüşlerdi. Ama doktor basit bir doğum lekesi olduğunu söyledi. Ama kusursuz oluşu hepsinin dikkatini çekmişti.’’

‘’Bu basit bir doğum lekesi gibi durmuyor Rebekah. Sanki bir işaret gibi.’’ Vincent düşünceli bir şekilde arkasını dönüp cama yaklaştı. Dışarıdaki manzaraya bakarken bütün her şeyi zihninde tarttı. Genç kız merakla Vincent’ın yanına geldi.

‘’Şimdi her şey anlaşıldı.’’ Dedi Vincent dalgın bir şekilde.

‘’Ne demek her şey anlaşıldı.’’Vincent Rebekah’a döndü.

‘’Bizimle ilgili yani kurtlarla ilgili bir bağlantın olmalı. En azından kalbinin üzerindeki ay işaretinden ben bunu çıkarttım. Beyaz Kâhin Tanrıça Kirke’yi biliyorsun. Artemis ve bizden yani ayın çocuklarından nefret eder. Belki Marcus hatta Kirke’yi bile alt edecek bir güce sahip olmalısın. Belki de bu yüzden her yerde seni aradılar. Ya da Kirke’nin Artemis’e yaptıklarından sonra daha kötü bir planı var ve plan için gerekli olan şey sensin.’’ Vincent’ın söylediklerini şaşkınlıkla dinleyen Rebekah onun haklı olabileceğini düşünüyordu. Söyledikleri mantıklıydı. Bu yüzden onu öldürmek istiyorlardı. Ya da sadece istiyorlardı.

‘’Hem bu işaret sadece bunu değil sürümdeki her kurdun senden garip bir koku ve enerji almasını da açıklıyor. Sen kurtadam değilsin. Ama bizimle alakalı başka bir şey olmalısın.’’ Diye ekledi Vincent. Düşünceli görünüyordu. Rebekah’nın kaşları da düşünceyle çatıldı.

‘’İyide kurt değilsem ne olabilirim ki?’’ Vincent gözlerini genç kıza çevirdi.

‘’Bilmiyorum. Ama biran önce bulmalıyız. Ares geldiği zaman bu işareti ona göstermeliyiz. Belki o bir şeyler biliyordur.’’ Bu Rebekah’ı huzursuz etse de istemeyerek başını salladı.
İkisi de düşüncelere dalmış bir şekilde sessizce camdan dışarıdaki manzaraya baktılar. Rebekah aklında Vincent’ın dediklerini tartıyordu. Gerçek ailesini bir an önce bulmalıydı. Eğer onlarda Rebekah ile aynı güçlere sahipseler Marcus ve Kirke onları da öldürmek isteyebilir. Ya çoktan öldürmüşlerse ve Rebekah geç kaldırsa. Genç kız korkuyu iliklerine kadar hissetti. Tekrar aynı acıyı yaşamak istemiyordu. Kazağının altından annesine ait olan kolyeyi çıkarttı. Altı yapraklı gümüş çiçeğin üzerin de parmaklarını gezdirdi. Gözlerini kapatıp iççinden yukarıdakilere seslendi. ‘Lütfen onlara bir şey olmasın.’
Vincent derin düşüncelere dalmıştı. İşler daha da karışıyordu. Derin bir iç çekerek yanında duran kıza çevirdi bakışlarını. Rebekah başını hafifçe yukarıya kaldırmış gözlerini kapatmıştı. Boynundan sarkan uzun kolyenin ucunu sağ eline almış sıkıyordu. Ona bakınca yine içindeki garip hisler gün yüzüne çıktı. Zihninde yine aynı düşünce yankılanırken kafasını hafifçe iki yana sallayıp elini yavaşça kaldırdı ve genç kızın omzunu sıktı hafifçe

‘’Merak etme. Hep yanında olacağım.’’ Rebekah yaşlarla dolu gözlerini Vincent’a çevirdi. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme oluştu.

‘’Teşekkür ederim.’’ Genç kız bakışlarını kolye ucunu tutan yumruk olmuş eline çevirdi.

‘’Önce ailemi bulmama yardım eder misin?’’ diye sordu. Avucunu açarak kolyenin ucunu Vincent’a gösterdi. Vincent gözlerini genç kızın elindeki kolye ucuna çevirdi. Gördüğü şey karşısında kalbi acıyla burkuldu. Nefes alamadı ve bir adım geriye sendeledi. Genç kızın omzundaki eli havada donup kaldı. Gözleri kocaman olmuş bir şekilde kolyeye bakıyordu. Rebekah ise kolye ucunu bırakıp Vincent’a doğru bir adım attı.

‘’İyi misiniz?’’ diye sordu. Vincent kızın sorusuna bir süre cevap veremedi. Kendine gelmesi gerekiyordu. Ona arkasını dönüp bir eliyle camdan destek aldı. Derin bir nefes alıp kendine gelmeye çalıştı. Gözlerini kapatıp nefesini bıraktı. Kapalı gözlerini açtı ama Rebekah’a dönmedi. Duruşunu düzeltip dümdüz karşısına baktı.

‘’Sana o kolyeyi kim verdi?’’ Rebekah Vincent’ın sesinin titrediğini hissetti. Kaşları çatıldı. Neden böyle ani bir tepki verdiğini anlayamadı. Yoksa Vincent ailesini tanıyor muydu? Bu kolyenin kime ait olduğunu biliyor muydu? Heyecan dalgası kızın içini sarmaladı.

‘’Beni yetimhaneye bırakan kadın. Bu kolye ve bir hançer bırakmış. Bunların anneme ait olduğunu yazan bir not vardı. Onu, annemi tanıyor musun?’’ dedi. Heyecandan hızlı konuşmuştu. Vincent aynı anda birçok duyguyu yaşıyordu. Nasıl tepki vereceğini bilmiyordu. Bu kolye Helena’nın kolyesiydi. Bu kolyeden başka bir tane daha olmadığını çok iyi biliyordu. Çünkü bu kolyeyi Vincent’ın ta kendisi yapmış ve Helena’ya vermişti. Bu kolye nasıl olurda onun eline geçmişti?

'Bunların anneme ait olduğu yazan bir not' 

Bu kolyenin sahibi Helena’ydı. Öyleyse günlerdir Vincent’ın zihnini kurcalayan düşünceler gerçekti. Rebekah onun kızıydı. Ama bu nasıl olabiliyordu. Helena bebeklerine hamileyken öldürülmüştü. Vincent’ın kalbi yeni bir düşünceyle hızla atmaya başladı. Kâhin Kirke ve Marcus o geceki saldırıyı sırf Helena’nın karnındaki bebek için yapmış olabilir miydi? Helena’yı öldü gösterip onu kaçırmış olabilirler miydi? Eğer öyleyse Helena neredeydi? Ve Rebekah gerçekten onun kızıysa – ki öyle gözüküyordu- nasıl yetimhaneye bırakılmıştı? Onu yetimhaneye götüren kadın kimdi?

Vincent’ın kalbi sızlıyordu. Bu nasıl olabilirdi? İmkânsızdı. Aradan yüzyıl geçmişti. Ama Vincent Rebekah’nın kızı olduğunu biliyordu. Bunu hissetmişti. Diğer kurtlar gibi o da Rebekah’dan farklı bir koku alıyordu. Ama bunun dışında ona karşı garip hisler vardı içinde. Zaten Helena’ya olan benzerliği dikkatini yeterince çekmişti. Vincent gözlerini kapatarak burun kemerini sıktı.

‘’Bana cevap verecek misin?’’ 

Vincent genç kızın öfkeli sesini duyunca düşüncelerin arasından sıyrıldı. Tam karşısına gelmiş çatılı kaşlarının arasından ona bakıyordu. O anda Vincent havada asılı kalan bir başka şeyin farkına vardı. Eğer Rebekah gerçekten onun kızıysa kurtadam olması gerekirdi... O saldırı tam 118 yıl önce olmuştu. Eğer çocuğuna bir zarar gelmediyse şuan tam 118 yaşında ergen bir kurt olmalıydı. Oysa Rebekah normal bir insan gibi yaşlanabilen, 18 yaşında, farklı kokusu olan biriydi. Helena yaşıyorsa başka birisiyle, yeni bir hayata başlamış olamazdı. Çünkü Vincent onun kokusunu almıştı. Onlar ruh eşiydi. Aralarındaki bağdan dolayı asla ihanet edemezlerdi birbirlerine. Vincent bundan emindi. Bu durumda Rebekah onun ve Helena’nın kızıydı. Ama Rebekah öyleyse neden kurt değildi? Belki de tüm bunların altında başka bir şey yatıyordu. Rebekah kurt değildi ama kurtlarla bağı vardı. Bu da kızı olduğu tezini doğrular nitelikteydi.

‘’Vincent.’’ Ona seslenen kıza baktı şaşkınlaşan alfa. Kendi kızına.

‘’Neler oluyor? Bu kolyenin kime ait olduğunu biliyor musun? Annemi ya da babamı tanıyor musun?’’ diye sordu. Sesi hem sinirli hem de heyecanlı geliyordu. Vincent boğazını temizledi. Ona ne diyeceğini bilmiyordu. Daha kendi bile olanları anlayamamışken ona ne diyecekti ki. 'Baban tam karşında duruyor. Anneninse yaşayıp yaşamadığı muamma.' Şuanda açıklama yapamazdı. Ona hiçbir şey söyleyemezdi. Sadece yalnız kalıp düşünmek istiyordu.

‘’Ben üzgünüm. Kendimi pekiyi hissetmiyorum. Ares gelince onunla mutlaka konuş ve işareti göster. Gitmem gerek.’’
Rebekah ona ne olduğunu soracakken Vincent saniyeler içinde ortadan kayboldu. Genç kızın saçları onun hızından dolayı geriye savruldu. Rebekah birkaç saniye onun ardından şaşkınlıkla baktı. Ne olmuştu şimdi? Sadece kolyeyi göstermiş ve Vincent resmen deliye dönmüştü. Sakladığı bildiği bir şeyler vardı. Ama neydi? Sinirlenen Rebekah sandalyeye tekme atarak ellerini başının üstüne koydu ve gözlerini kapattı.
‘Tamam, sakin ol.’ Diye mırıldanıyordu içinden. Derin bir nefes aldı. Kollarını iki yana bıraktı ve içine çektiği havayı soludu. Vincent’ın gittiği kapıya takıldı gözleri. Kolyeyi görünce garip bir tepki vermişti. Rebekah Vincent’ın ailesini tanıdığını, en azından bu kolyenin kime ait olduğunu bildiğini düşünüyordu.

Genç kız, Vincent ile geçen garip yemeğin ardından kütüphaneye gitmeye karar verdi. Kalenin üst katına doğru çıkarken Jordan ve diğerlerinin odalarının bulunduğu kata geldi. Jordan’ı görmeliydi. Birileriyle konuşmasa delirecekti yoksa. Jordan ve Parker’ın beraber kullandıkları odanın önüne gelince kapıyı çaldı. İçeriden hiç ses gelmiyordu. Gözlerini devirdi. ‘Tabii ya ses geçirmeyen duvarlar’ diye düşündü. Bir kere daha kapıyı tıklattı. Kimse açmayınca arkasını döndü. Tam merdivenlere yönelecekken kapı açıldı.

‘’Selam.’’ Rebekah arkasını dönüp Parker’a baktı.

‘’Tanrım Parker!’’ Diye inledi ve kafasını çevirdi. Parker çırılçıplaktı. Elindeki havluyu bel kısmına sarmaya çalışıyordu. Neyse ki hiçbir yerini görmemişti.

‘’Kapıyı böyle mi açıyorsun sen?’’ dedi sesini yükselterek. Parker kahkaha attı.

‘’Çıplaklığa alıştığımız için kimse birbirine bakmaz. Senin geleceğini tahmin etmemiştim.’’

‘’Gelmedim say.’’ Dedi Rebekah ve arkasını dönüp tekrar merdivenlere yöneldi.

‘’Havluyu sardım merak etme gel hadi. Buraya geldiğine göre önemli bir şey olmalı.’’ 
Rebekah merdivenin tırabzanında durup omzunun üzerinden Parker’a baktı. Havluyu beline sarmıştı. Kollarını göğsünde birleştirmiş, kapıya yaslanmış sırıtıyordu. Vücudunun her yerinden yere sular damlıyordu. Islak kıvırcık saçları yüzünün etrafına dağılmıştı. Rebekah o an Parker’ın sevimli bir köpeğe benzediğini düşündü.

‘’Jordan yok mu?’’ dedi Rebekah yüzünü buruşturarak. Biriyle konuşma ihtiyacı duyuyordu. Ve bu çıplak Parker olmayacaktı.

‘’Caleb ile ergenlerin eğitimine gitti. Merak etme giyineceğim gel hadi.’’ Dedi Parker ve içeriye girdi. Rebekah omzunu silkerek onun arkasından odaya girdi ve kapıyı kapattı. Parker eline aldığı bir başka havlu ile saçlarını kurutuyordu. Rebekah’a bakmadan büyük dolaba ilerledi.

‘’Sen otur hemen geliyorum.’’ Dedi ve dolabın içine girdi. 

Genç kız ellerini göğsünde birleştirip etrafı inceledi. Tıpkı onun odası gibiydi ama daha büyüktü. Ortada kocaman beyaz bir yatak vardı. Köşede küçük bir çalışma masası, tıpkı Rebekah’nın odasında olduğu gibi camın önünde büyük bir masa ve karşılıklı sandalyeler vardı. Girişin sağ tarafında banyo sol tarafında ise büyük bir televizyon ve siyah deri koltuk vardı. Televizyonun yanındaki büyük dolabın tamamı filmlerle doluydu. Rebekah siyah deri koltuğa ilerleyip oturdu. Bedenini aşağıya doğru kaydırıp kafasını yasladı ve tavana baktı.
‘Nasıl lanet bir dünyam var böyle’ diye düşündü ve oflayarak nefesini verdi.

‘’Anlaşılan ortada büyük bir sıkıntı var.’’ Parker altına sadece siyah bir pantolon giymişti ayakları ve üstü çıplaktı. Rebekah’nın yanına gelip koltukta yan oturdu ve bir bacağını kendine çekti.

‘’Öyle olmalı çünkü Vincent delirip gitti.’’ Dedi genç kız kıkırdayarak. Sinirleri iyice bozulmuştu. Parker’ın kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı.

‘’Neler olduğunu başından anlatacak mısın?’’ diye sordu. Rebekah koltukta ona doğru döndü ve bacaklarını yukarı topladı.

‘’Tamam, en başından anlatıyorum. Kurtadamlar ve vampirler zaten yeterince zor kabul edilebilir bir şeyken birde tanrıları ve tanrıçaları öğreniyorum. Bu da yetmezmiş gibi küfür sözlüğümdeki bütün her şeyi saydırdığım Ares, savaş tanrısı çıkıyor. Ha birde peşimde ki kişinin kaçık bir büyücü tanrıça olduğunu öğreniyorum. Buraya kadar her şey normal öyle değil mi?’’ Parker gülmemek için dudaklarını birbirine bastırmıştı.

‘’Evet, kesinlikle çok normal.’’

‘’Yetimhane olaylarını biliyorsun. Beni oraya bırakan kadın müdür Ivan’a bir kutu bırakmış. Kutunun içinden bu kolye çıktı. Bunu Vincent’a gösterdiğimde garip tepkiler verdi. Bayılacak gibi oldu. Nedenini anlayamadım. Hiçbir şey söylemeden gitti. Bu kolye sana tanıdık geliyor mu?’’ diye sordu genç kız kolyeyi Parker’a uzatarak. Parker kolyeyi avucuna alıp dikkatle inceledi. Sonra kafasını iki yana salladı.

‘’Hayır. Daha önce görmedim.’’

‘’Harika!’’ Diye mırıldandı Rebekah ve başını arkaya attı gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı.

‘’Vincent’ın ailemi tanıdığını düşünüyorum. Kolye ona tanıdık geldi. Bu kolyede başka bir şey olmalı. Yoksa öyle tepki vermezdi.’’

‘’Eğer tanısaydı sana söylerdi. Başka bir şeyler olmalı. Ona biraz zaman ver. Gelip seninle konuşacağına eminim.’’ Rebekah gözlerini açarak Parker’a baktı.‘’Ha. Birde şu leke var.’’ Dedi.

‘’Ne lekesi?’’

‘’Kalbimin üzerinde garip bir doğum lekesi var. Vincent ile beraber kahvaltı yaptıktan sonra bunu ona gösterdim. Farklı teoriler sundu. Kurt olmadığımı ama kesinlikle kurtlarla ilgili bir bağımın olduğunu Marcus ve hatta Kirke’yi bile alt edecek bir gücümün olduğunu ya da Kirke’nin işine yarayacak bir gücüm olduğunu bu yüzden beni istediklerini söyledi. Benden aldığınız garip kokunun sebebi de bu leke olabilirmiş.’’ Dedi Rebekah omzunu silkerek. Parker oturduğu yerde doğrularak kaşlarını çattı.

‘’Şu lekeye bende bakabilir miyim?’’

‘’Bende bundan korkuyordum işte. Söylediğim an herkes bakmak isteyecek.’’ Dedi Rebekah ve kazağının yakasını aşağıya çekti. Eliyle sadece işaretin olduğu yeri gösterdi. Parker’ın kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. Öne doğru eğilerek lekeye yakından baktı.

‘’Hassiktir. Bu şey simsiyah. Hiç leke gibi durmuyor.’’ Sesi boğuk geliyordu. Sanki büyülenmiş gibiydi.

‘’Jordan ve Vincent da aynısını söyledi.’’ Parker işaret parmağını kaldırdı ve lekeye dokundu. Rebekah onun eline vurup uzaklaştırdı. Yakasını düzeltti. ‘’Bu kadar inceleme yeter.’’

‘’Dövme gibi duruyor. Ama pürüzsüz ve yumuşak. Bunu diğerleri de görmeli. Bu işareti araştırmalıyız. Bir şeyler bulacağımıza eminim. Biz bulamasak bir Ares yukarıdakilerden mutlaka bir şeyler bulabilir.’’ Parker o kadar hızlı konuşmuştu ki Rebekah onu zor anlayabilmişti.

‘’Evet deney faresi gibi herkes şimdi beni inceleyecek. Harika. Hatta müthiş. Benim kütüphaneye gitmem gerek. Bir şeylere bakmalıyım.’’

‘’Ben diğerlerinin yanına gidiyorum. Bundan bahsetmem gerek. Sonra senin yanına geliriz.’’ Dedi Parker. Çoktan ayağa kalkmış sekerek ayakkabısını giymeye çalışıyordu. Genç kız gözlerini devirse de onun heyecanı karşısında gülümsemeden edemedi. Koltuktan kalkarak kapıya yöneldi. Kolu çevirip açtı. Omzunun üzerinden Parker’a baktı.

‘’Beni dinlediğin için teşekkürler.’’ Parker siyah kısa kollu tişörtünü kafasından geçirip Rebekah’a göz kırptı.‘’Her zaman buradayım.’’
Rebekah gülümseyerek odanın kapısını kapattı. Hayatı bir anda bombok olsa da bunların içinde iyi şeylerde vardı. Buradakilerin yanında olduğu için mutluydu. Onlarla tanıştığı içinde. Merdivenlere yönelirken ona seslenilmesi üzerine durdu. ‘’Rebekah.’’ Genç kız sesin geldiği yere dönündü. Koridorun sonundaki Trent etrafı dikkatlice inceleyerek genç kız doğru yaklaştı. Sanki birini arıyor gibiydi. Merdivenlere yaklaşınca başını aşağıya ve yukarıya uzatıp baktı ve sonra Rebekah’nın tam karşısına geldi. Yüzünde şirin bir gülümseme vardı.

‘’Selam.’’ Dedi Rebekah gülümseyerek.

‘’Selam. Partiden beri seni aradım ama diğerlerinden eğitim alıyormuşsun. Boş vaktine denk gelemedim.’’ Dedi kafasını kaşıyarak. Gözleri sürekli etrafı tarıyordu. Her an birinin gelmesinden korkuyormuş gibi tedirgindi. Rebekah tek kaşını kaldırdı ve gülümsemesini bastırmaya çalıştı.

‘’Merak etme. Ares kalede değil.’’ Trent gözle görülür bir şekilde rahatladı. Ancak bozuntuya vermemek için

‘’Ares mi? O da nerden çıktı şimdi. Tehdit etmesi beni durduracak değildi.’’ Rebekah 'ya tabii' içinden geçirirken ‘’Tamam?’’ Dedi sadece.

‘’Bende şimdi eğitimden çıktım. Turnuva düzenlendi ve birinci oldum.’’ Dedi Trent kendini beğenmiş bir şekilde sırıtarak.

‘’Ya öyle mi? Senin adına sevindim.’’ Trent turnuvada ki başarısını anlatırken hemen arkasındaki kapı açıldı ve Parker çıktı. Ama Trent onu duymadı. Parker’ın kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. Ona bakan Rebekah’a işaret parmağını kaldırıp dudaklarına götürdü. Rebekah yavaşça kafasını salladı. Parker sessizce tam Trent’in arkasına gelip bekledi.

‘’Şeyy aslında ben sana şey diyecektim. Acaba bu akşam beraber bir şeyler yapabilir miyiz? Biliyorum Ares ne kadar uyarmış olsa da umurumda değil. Ondan korkmuyorum.’’ Dedi omuzlarını dikleştirerek. Rebekah Trent’den etkilenmişti. Aslında oldukça yakışıklıydı ama Trent’in istediği şekilde onunla ilgilenmiyordu. Gülmemek için birbirine bastırdığı dudakları titriyordu. Başını yana eğip tek kaşını kaldırdı.

‘’Ares’in de bunu duymuş olmasına sevindim. O kadar da korkulacak biri olmadığını anlamışsındır. Öyle değil mi Ares?’’ Bu sırada Parker sesli bir şekilde Trent’in ensesine doğru nefesini verdi. Aynı anda Trent sıçrayarak Rebekah’dan olabildiğince uzağa gitti ve Parker’a doğru döndü.
Koridorda Parker ve Rebekah’nın kahkahaları yankılanırken Trent utançla kızardı.

‘’Evet, Parker çok komiksin.’’ Dedi sitemle. Parker ve Rebekah deli gibi kahkaha atarken birbirlerinden destek aldılar. Rebekah’nın gülmekten karnı kasılıyordu. Gözünden düşen yaşı elinin tersiyle sildi ve kahkahasını bastırmaya çalıştı. Dudaklarını birbirine yapıştırıp hala gülen Parker’ı dürttü.

‘’Ahh dostum bu harikaydı. Resmen… Resmen altına sıçtın.’’ Dedi Parker ve kahkaha atmaya devam etti. Bunun üzerine Rebekah kendini tutamadı ve tekrar gülmeye başladı.

‘’Ares’den korkmadım sadece arkamda birden nefesi hissedince ani tepki verdim o kadar.’’Trent’in sesi kırgın ve sinirli geliyordu. Bunun üzerine Rebekah kendini susturmayı başardı. Parker da susmuştu ama hala gülümsüyordu.

‘’Bu sadece şakaydı ahbap. Ama sana ders olsun. Ares’in dediğini yapsan iyi edersin aletin ve ellerinden vazgeçmek istemezsin.’’ Trent gözlerini devirerek korkusunu belli etmemeye çalıştı. Omuzlarını silkerek ellerini cebine soktu ve Parker’la, Rebekah’a yaklaştı.

‘’Size iyi eğlenceler.’’ Dedi ve merdivenlere yöneldi. Onu kırdığını anlayan genç kız kendine lanet okuyup gözlerini devirdi. Trent'in üzülmesini istemiyordu.

‘’Heyy Trent. Bu akşam olmaz ama başka bir gün seninle vakit geçirmeyi isterim.’’ Dedi. Trent gülümseyerek Rebekah’a döndü. Gözleri ışıldıyordu.

‘’Ne zaman istersen yanıma gelebilirsin.’’ Göz kırpmasının ardından saniyeler içinde ortadan kayboldu. Parker yüzünü buruşturup Rebekah’a baktı.

‘’Buda ne böyle? O götle mi çıkacaksın?’’ Rebekah da onun sözleri üzerine yüzünü buruşturdu.

‘’Çıkmak değil Parker. Sadece az önce onu kırdık ve özür dilemeye çalışıyorum burada.’’

‘’Yinede ondan uzak dur. Tatlı görünür ama azgın piçin tekidir.’’ Rebekah gözlerini devirdi.

‘’Bu arada seninle harika ikili olduk. Daha fazla vakit geçirmeliyiz.’’ Diye devam etti Parker gülümseyerek.

‘’Ehh ne diyebilirim eğlence benim diğer adım.’’ Dedi Rebekah kıkırdayarak ve kütüphaneye yöneldi.

Büyük kütüphanede kimse yoktu. Kapıyı kapatıp kitapların arasından geçen Rebekah Olimposlular hakkında daha fazla bilgi edinmek istiyordu. Kitapları incelerken gözüne büyük kahverengi olan takıldı. Üstünde ‘Tanrıçalar ve Amazon Kadınları’ yazıyordu. Aklına Helena ve Vincent’ın hikâyesi geldi. Daha fazla düşünmeden kitabı aldı ve kütüphanenin arka kısmındaki büyük camın önünde duran siyah deri koltuğa oturdu. Koltuğun önündeki küçük cam masaya kitabı koydu ve kapağını açtı.

Kitabın ilk sayfasında siyah saçlı, mavi gözlü güzel bir kadının resmi vardı. Saçları arkaya doğru savrulmuş, iki elinde büyük kılıçlar duruyordu. Üzerinde kısa deri yelek, kısa deri etek ve ayağında uzun yünlü ayakkabılar vardı. Resmin altında ‘İlk Amazon Kadın Hippolyta’ yazıyordu. Genç kıza düşüncesi saçma gelse de resimdeki kadın ile arasındaki benzerlik dikkatini çekti. Yüz hatları kadına benziyor gibiydi. Suratını buruşturarak sayfayı çevirdi ve okumaya başladı.

‘İnsanların, Tanrıların varlığından haberdar olduğu dönemlerde kadınların en çok sevdiği ve dua ettiği tanrıçalar Artemis ve Athena’ydı. Onların güçlü ve savaşçı kimlikleri yeryüzündeki bütün insan kadınları etkiliyordu. Bir gün Tanrıça Artemis ve Tanrıça Athena dünyada dolaşırken yerde yatan baygın bir kadın gördüler. Kadının adı Hippolyta’ydı. Kadın yaralanmıştı ve vücudunun her yeri yara içindeydi. Tanrıçalar kadının yanına gidip ve onu iyileştirdiler. Hippolyta, gözlerini açtığında karşında tanrıçaları görünce şaşkına döndü. Tanrıçalar yaptıklarını anlatınca onlara teşekkür etti ve kendini tanrılar tarafından kutsanmış hissetti. 
Kadına neler olduğunu merak eden Artemis ona ne olduğunu bunu kimin yaptığını sordu. Hippolyta ise başından geçen korkunç olayı tanrıçalara anlatmaya başladı. Hippolyta ailesine meyve toplamak için ormana geldiğini ancak bir grup gezgin tarafından tecavüze uğradığını ve sonrada bunu kimseye anlatmaması için genç kadını dövdüklerini anlattı.

Genç kadının hikâyesini duyan Artemis ve Athena öfkeden deliye döndüler. Erkeklerin her zaman kadınlar üzerinde üstünlük kurmaya çalışmaları bakire Tanrıçaları çileden çıkartıyordu. Genç insan kadına bu iğrenç ve ahlaksızca işkenceyi yapanların hak ettiği cezayı almalarını istediler. Bunun için Hippolyta’yı olimposa götürdüler ve ona bir teklif sundular. Duyduklarına inanamayan Hippolyta tanrıçaların teklifi hemen kabul etti. Tanrıçalar kısa zamanda Hippolyta’ya dövüşmeyi, ata binmeyi, kılıç, ok ve yay kullanmayı öğretti. Hippolyta gerekli eğitimleri aldıktan sonra onu dünyaya geri gönderdiler.’’
Rebekah sayfaları hızla çeviriyordu. O kadar çok dalmıştı ki odaya giren Ares’i bile fark etmedi. Genç kız çevirdiği sayfadaki resmi inceledi. Hippolyta’nın etrafında parlak bir ışık vardı. Işığın ardından iki kadın silueti vardı ama yüzleri net bir şekilde gözükmüyordu. Biri Athena biri de Artemis olmalıydı. Rebekah tekrar sayfayı çevirdi ve okumaya devam etti.

‘Hippolyta dünyaya geldiğinde önce ona tecavüz eden gezginlerden intikamını aldı ve hepsini öldürdü. Sonra Tanrıçaların yardımı ile herkesin korktuğu korkunç hikâyelerle çocuklara anlatılan Amazon Ormanlarında büyük bir krallık kurdular. Tanrıçalar Krallığın etrafını geçilmesi imkânsız ormanlarla sardı. Bu ormanlardan sadece Krallığa ait kişiler geçebilecekti. Kısa sürede Hippolyta’nın hikâyesi dünyada yayıldı. Ve çeşitli yerlerden yüzlerce kadın onun krallığına geldi. Hepsi tıpkı Hippolyta gibi dövüşmeyi, ata binmeği, savaşmayı öğrenmek istiyorlardı. Hippolyta, onları tek bir şartla Krallığına kabul etti. Bütün kadınlar ona ve tanrıçalara bağımlılık yemini edeceklerdi. Gelen kadınların hepsi hiç düşünmeden bağlılık yemini etti. Tanrıçalar ve Hippolyta tarafından eğitildiler. Hepsi güçlü birer savaşçıya dönüştü. Kadınlar kısa sürede ata binmeyi, kılıç, ok ve yay kullanmayı, nasıl avlanacaklarını, ormandaki meyveleri, nasıl yiyecek bulacaklarını hepsini öğrendiler. Böylece tarih boyunca herkesin korktuğu Amazon Kadınlarına dönüştüler.

Amazon Kadınları güçlü ve korkusuz olmaları ile bilinir. Diğer Krallıklarla savaşlar yapmışlar ve hiçbirine yenilmemişlerdir. Krallıkta hiç erkek bulunmaz. Ancak Krallığa bağlı köylerde evlenen savaşçı kadınlar eşleri ile beraber yaşarlar. Ancak tanrıçalar ve Kraliçeleriyle aralarındaki bağ asla kopmaz. Bir amazon kadını bulunması çok nadir olan altı yapraklı gece çiçeği gibidir. Bütün hayatlarını altı kurala bağlı kalarak yaşarlar. Bu çiçek onların simgesidir. Cesaret, Güç, Bilgelik, Özgürlük, Onur ve Adalet. Amazon kadınları cesaretli ve güçlüdür. Özgür yaşarlar. Özgürlüklerine düşkünlerdir. Bilgedirler. Onurludurlar. Ve en büyük özellikleri adaletlidirler. Tıpkı inandıkları tanrıçaları gibi. Altı yapraklı gece çiçeği onların simgesidir.
Yıllar boyunca Amazon Kadınları dünya üzerindeki adaleti sağlamaya çalışmıştır. Kurtadamlarla birlikte dünyaya adaleti sağlamaya ve insanları korumayı amaçlamışlardır. Amazon Kadınları tanrıçalarına hizmet etmekten mutluydu. Aradan geçen yıllar sonrasında Hippolyta yaşlandı. Ölümünün yaklaştığını hissedebiliyordu. O ölürse taht boş kalacaktır. Tanrıçaların emri üzerine o günden sonra sadece Hippolyta’nın soyundan gelen kadınlar kraliçe oldu. Ve Hippolyta’nın ölümünün ardından kızı tahta geçti.’’

‘’Demek ki Helena da Hippolyta’nın soyundan geliyordu.’’ Diye mırıldandı Rebekah.

‘’Helena, Hippolyta’dan sonra gelen 15. Kraliçe.’’ Rebekah Ares’in sesini duyunca yerinden sıçradı ve bakışlarını hızla ona çevirdi. Tam karşısındaki kitaplığa yaslanmış kafasını yana eğmiş Rebekah’a bakıyordu. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu. Üzerindeki her şey yine simsiyahtı. Çünkü Artemis’in yasını tutuyor diye düşündü. Tıpkı diğer kurtlar gibi. Hepsi Artemis’in yasını tutuyordu. Onu görünce içinde filizlenen tomurcuk bu düşüncesiyle saniyeler içinde soldu.

‘’Ben... Seni fark etmedim.’’ Diyebildi sonunda.

‘’Yaklaşık 10 dakikadır buradayım.’’ Dedi Ares ve doğrulup Rebekah’nın yanına oturdu. 

‘’Onları tanıyor muydun? Hippolyta ve Helena?’’

‘’Hippolyta’yı tanıyordum. Helena’yla tanışmadım. Ama Vincent ve Helena’nın geçmişini biliyorum.’’ Ares kolunu koltuğun sırt kısmına koydu.

‘’Hala yaşayanlar var mı? Amazon Kadınlarının soyundan gelenler var mı?’’ Bu konuların bağlantılı olduğu kişi Ares’in aklına gelince konuşmak istemedi. Ama genç kız ondan cevap bekliyordu. Amazon Kadınlarının Tanrıçaları Artemis ve kardeşi Athena'ydı. Amazon kadınları hakkında konuşursa Artemis'den de bahsetmesi gerekecekti.

‘’Hala yaşanlar var mı bilmiyorum. Belki onların soyundan gelip kim olduklarını, nereden geldiklerini unutmuşlardır. Hepsi sıradan bir insan gibi yaşlanıyorlardı. Sadece kurtlarla eşleşenler haricinde. Onlar kurtlarla eşleştikleri için yaşlanmıyorlar. Daha doğrusu kurtlar gibi çok geç yaşlanıyorlardı. Örnek Helena. Tahtta 18 yaşında geçti. O zamanlar Vincent 500 yaşındaydı. Amazon kadınları ve kurtadamlar barış içindeydiler ve insanları diğer yaratıklardan koruyorlardı. Tahtta yeni geçen kraliçe ve kurtların alfası tanışmak için şölen düzenledi ve Vincent Helena’nın kokusunu aldı. O günden sonra Helena’nın yaşlanması durdu denecek kadar yavaşladı. 2 yıl sonra evlendiler ve Helena hamile kaldı. Helena’yı bildiğine göre sonra olanları da biliyorsun.’’ Dedi Ares. Bu bir soru değildi ama genç kız kafasını salladı evet anlamında. Ares’in gözleri genç kızın elindeki kitaba takıldı.

‘’Anlaşılan bizim hakkımızdaki her şeyi öğrenmişsin.’’ Rebekah tekrar kafasını salladı. Önündeki kitabı kapattı ve kucağına aldı.

‘’Bu hala garip gelse de sanırım kabulleniyorum. Aslına bakarsan diğerlerini görmediğim için kabullenmem daha kolay oldu. Ama hala senin savaş tanrısı olduğunu kabullenemiyorum’’ Dedi yüzünü buruşturarak. Ares tek kaşını kaldırdı.

‘’Sebebini sorabilir miyim?’’

‘’Hiç öyle değilsin. Ne bileyim. Evet, bir tanrıda olacak kadar fazla egon yüksek. Biraz fazla kendini beğenmiş olduğun bunu belli ediyor ama… Sanırım görmesem aklımda daha yaşlı birini canlandırırdım.’’ Ares Rebekah’nın sözleri üzerine kahkaha attı. En son ne zaman gerçek anlamda güldüğünü hatırlamıyordu. Ama bu kızın yanında son zamanlarda sürekli gülüyordu...

Rebekah, Ares’in kahkahası üzerine gülümsedi. Daha fazla gülmesi gerek diye düşündü. Sonra kafasını iki yana salladı hafifçe. ‘Tanrım Rebekah neler oluyor sana böyle. Salak aşıklar gibi gülümseyip durma’ diye homurdandı.

‘’Bende savaş tanrısı olduğumun farkına varınca benden korkacağını düşünmüştüm. Oysa sen bana yine hakaret ettin.‘’ dedi. Rebekah kaşlarını çatarak ona döndü.

‘’Bu hareket değildi! Ayrıca ne yani gerçekten korkacağımı mı düşündün? Kusura bakma ama dışarıdan bakıldığında benim açımdan pek korkunç gözükmüyorsun. Diğerleri senden korkabilir ama ben korkmuyorum.’’

‘’Bu yeterince belli oluyor zaten.’’ Rebekah bakışlarını tekrar önündeki kitaba indirdi. ‘Tanrıçalar ve Hippolyta’. Aklına Artemis takıldı. Ares’in onu görmeğe gidip gitmediğini merak etti. Bugün onun yanına gitmiş olabilir miydi? Lanet olası beyin. Düşünecek başka bir şey bulamadın dimi. Rebekah düşüncelerinde sıyrılmak için aklına gelen ilk ve en saçma şeyi sordu.

‘’Diğerleri de senin gibi mi? Genç ve güzel?’’ Ares’in tek kaşı havaya kalktı. Sanki dudakları yukarı doğru kıvrılmak ve kıvrılmamak arasında gidip geliyormuş gibiydi.
Evet, beynime aşığım diye düşündü genç kız.

‘’Demek sana göre ben güzelim. Pek öyle sayılmasada sanırım bu senden duyduğum hakaret dışında tek güzel kelimeydi.’’ Rebekah sessiz kalırken Ares gülümsedi ve genç kızın sorusunun yanıtladı.

‘’Yaşlanmıyoruz. İsteyenler kendileri birkaç yaş yaşlandırabiliyor. Ama en son bıraktığım gibilerse hepsi genç ve güzel. Olimposa gitmeyeli uzun zaman oluyor. Yaklaşık 700 yıl.’’ Dedi Ares ve bakışlarını karşıya dikti. 700 yıl. Yani Artemis uykuya daldığından beri hiç oraya gitmemişti. Rebekah bunu daha fazla düşünmemek için

‘’Sana söylemem gereken bir şey var.’’ Dedi. Ares bakışlarını tekrar ona çevirdi.

‘’Belki de daha önce söylemem gerekirdi ama yapamadım. Sebebini sorma.’’ Dedi bacaklarını yukarı çekip bağdaş kurdu. Ares kollarını göğsünde birleştirip kaşlarını çattı.

‘’Garip bir doğum lekem var. Ve kim bunu görse leke değil işaret olduğunu düşünüyor. Vincent’ın bu konuda farklı teorileri var. Ve sana da göstermemi istedi.’’ Suratını buruşturdu genç kız. Sol göğsünün üstündeki doğum izini göstermek zorunda olması sinirlerini bozuyordu. Ama karşısındaki Ares olduğu için iş daha da zorlaşıyordu. Yanaklarının kızarmaması için dua ederek hala ona bakan Ares’e döndü ve yakasını aşağıya çekere siyah hilal ayı gösterdi.
Ares’in bakışları kızın yüzünden yavaşça aşağıya indi. Hilal şeklindeki işareti görünce gözleri kısıldı ve öne doğru eğildi. Rebekah, Ares’in nefesini göğüslerinin üzerinde hissetmekten rahatsız oldu. Bu kadar yakın olması büyük bir sorundu.

‘’Vincent’ın teorisi ne?’’ diye sordu Ares. Hala işareti inceliyordu. Rebekah kısaca Vincent’ın ona söylediklerini anlattı.

‘’Mantıklı. Bu işaretin ne anlama geldiğini öğrenmeliyiz.’’ Diye mırıldandı.

‘’Parker bunu yukarıdakilere sorabileceğini söyledi. Belki onlar biliyordur.’’ Ares kafasını kaldırıp Rebekah’a baktı.

‘’İşaretini Parker’a da mı gösterdin.’’ Dedi çatılı kaşlarla.

‘’Bir şey biliyor olabileceğini düşündüm.’’ Dedi Rebekah omzunu silkerek. Ares kafasını iki yana sallayıp, farklı bir dilde bir şeyler mırıldandı ve bakışlarını tekrar işarete çevirdi. Bu dili daha önce de konuşmuştu. Rebekah o zaman anlamamıştı ama şimdi Ares’in Yunanca konuştuğunun farkına vardı.

‘’Uzun zamandır yukarıdakilerle konuşmadım. Olimposa gitmem ama Zeus’u çağırabilirim.’’ Bu düşünce Rebekah’nın içini ürpertti. Tanrım adam Zeus’dan bahsediyor diye düşündü. Kendi kendine gülümseyip hala işarete bakan Ares’e çevirdi bakışlarını. Ares sağ elini kaldırıp işaret parmağını lekeye doğru götürürken Rebekah farkında olmadan sesli bir şekilde yutkundu. Kalbi hızını arttırırken Ares’in sıcak parmağı genç kızın işaretine değdi. Ve bir an da kütüphane bomba patlamışçasına karıştı...

İNTİKAM (Tamamlandı / Düzenleniyor)Where stories live. Discover now