000

83 10 43
                                    

ฅ^•ﻌ•^ฅ
"...this sweet scent bright ruby drops draw me in. lead me more into temptation...

'if you fall for sweet temptation i cant help you if you regret it~

...the world inside me crumbles glitterig crystal...

'if you get mad you will scratch and hurt others~

...so dance the fiery dance, starlight shines in me..."

Çok fazla ses...
Bir şarkı mı? Hayır, sanırım bu bir şarkı değil.

Çok fazla kişi...
Bir konser? Bir konserde miyim? Tezahürat seslerini duyabiliyorum. Ama neden bir konserde bu kadar vahşi olursun ki?

"Bulun onları! Bulun onları! Yakalayın! Yakalayın! Tek bir tane bile bırakmayın! Bırakmayın!..."

Uyumlu bir koro gibi çıkıyor sesleri. Konser? Bunun bir konser olduğuna inanır mıydın? İlkin, gür bir sesle liderlik ediyor diğerlerine. Diğerleri ise ona katılarak devam ettiriyorlar bu döngüyü. Ne bu öfke, bu hırs? Ses gittikçe yaklaşıyor. Her bir adım, bir ordunun yaklaştığının habercisi niteliğinde yükseltiyor sesini her saniye.

Haykırışlar ve nefret söylemleri havada uçuşurken gözlerim aniden açıldı. Seslerin geldiği yöne doğru bakmak için yatakta doğruldum. Tahtadan çerçeveli açık kahve paravanı bir elimle araladım. Bu sırada paravandan gıcırdama sesleri gelmişti. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum ve doğrusu ürkmüştüm.

Ürkmekte haklı olduğumu anlamam saniyelerimi bile almadı. Bütün sokağı kaplayan bir holigan zelzelesi... Ellerinde sokağın karanlığını ateşe vererek yakma isteğiyle tuttukları meşaleler ve haykırışları... Derilerini saran kirli, beyaz ve yamalı kıyafetlerin daha fazla kirlenmesine aldırış etmeden, ağızlarından salyalar akıyormuş gibi bir tutkuyla ortaya koyuyorlardı insanoğlunun en ilkel arzusunu. Tanrıyı oynamak. Ölüm ve yaşamı son derece somut olan elleriyle tutarak hükmetme, yok etme isteği. Her birinin yüzünde gördüğüm ifade işte tam olarak buydu.

Kalabalık, her yeri inleterek devam ederken yoluna, ben bu görüntü karşısında dona kalmıştım sadece. Tek bir hareket dahi edemezken ellerinde yatay iki tahtayı tutan iki kişi girdi kadrajıma. Ardından yüksek tahterevan göründü. Tahterevanın tamamını görebilmek için paravanı biraz daha araladım. Üzerinde lacivert geleneksel kıyafetileri, siyah gatı* ve altında tahterevanı ile aklını oynatmış bu kalabalığa arkadan öncülük ediyordu. Yaklaştıkça lacivert kıyafeti netleşti. Önündeki dört-pençeli-ejderha nişanı ve elinde tuttuğu elmas bir hazineyi andırır gibi parıldamaya başladı. Parıltının ışığı gözlerimi aldığı için kafamı biraz geri çekerek gözlerimi kıstım. Bu sırada tahterevanın üzerindeki başını kaldırarak gökyüzüne dikti bakışlarını. Her bir yıldızı tek tek sayarak nasıl söndürebileceğini düşünüyor gibiydi. Hiçbir ifade olmayan yüzü aslında bu ifadesizlikle bile çok sey anlatıyordu. Elindeki elması, suyunu çıkarmak, un ufak etmek ister gibi sıktı. Kısılmış gözleri yıldızları tek tek çalmak istiyordu. Yıldız Hırsızı olmak... Ardından yıldızların parıltısıyla açgözlülüğünde kaybolmuş, Ay'ın kini ile kutsanmış gözleri bir anda genişledi. Dudakları güzel bir habere kulak misafiri olmuş gibi sakince gülümsedi. Gülümsemesi kulaklarını hareket ettirmiş, derin gamzelerini göz önüne sermişti. Daha sonrasında gökyüzünü nazikçe seyreden bakışlarını benim korku dolu, şaşkınlıkla gerilmiş gözlerime değdirdi. Kalp atışlarımı kontrol edemediğim gibi içimdeki korku da katlanarak artıyordu. Kesinlikle hareket edemiyordum. Hem durduğum yere hem de onun gözlerine kenetlenmiştim. Gözlerimde derinlere iniyor bütün korkularımı gün yüzüne çıkararak gülümsemesiyle karşılıyordu. Benim bu hislerime karşın o sevgi dolu gülümsemesini sürdürüyor sanki zaman yavaşlamış gibi hareketlerini kısıtlıyordu. Sağ elini yavaşça çenesine yaklaştırdı, yan çevirdiği elini iki yaparak işaret ve orta parmağını gamzelerine bastırdı. Sanki bir şey söylemeye çalışıyor gibiydi gözleri. Fısıldadılar gecenin karanlığında. Ay ve yıldızlar uzaklaşmışlardı buradan. "Özlemiştim" dedi usulca, eli yavaşça aşağı kayarken. Sesi sadece kulaklarıma ulaşmıyor, kulağıma fısıldıyormuş gibi geliyordu. Zaman artık tamamen durmuştu. Zamanın aksine Prens, anlamsız sözlerine titreyen gözlerime bakarak devam ediyordu. "Kader, değil mi?... Haa... Üç sıfırın altında yeniden birleşen hisler. Ama ondan önce bunu halletmeliyim." Kulağımın dibindeki sözleri yüzünün aksine o kadar korkutucuydu ki ne düşüneceğimi bilemez olmuştum. Bana dönük kafası tahterevanın hareket etmesini aldırmıyordu fakat tahterevan hareket etmeye devam ediyordu. Zaman  çizgisi yeniden yerine oturmuştu ancak çizgisinden çıkan başka şeyler vardı. Prens'in kafası tahterevanın ilerlemesiyle beraber bana bakmaya devam etmesi yüzünden geriye doğru dönüyordu. Ardından kulaklarımda yankılanan bir ses duydum. Bir şeyin kırılma sesi ve kafası tamamen geriye dönmüş prensin morarmış boğazı.

Çığlık atmak istiyordum ancak yapamadım. Korkuyu bütün hücrelerimde tek tek, en ince ayrıntısına kadar hissediyordum. Bacaklarımın titrediğini hissettiğimde sonunda kafamı oynatabilmiştim. Bacaklarıma bakmak için kafamı eğdiğimde sadece bir çift patiyle karşılaştım. Kendilerini yönetebilen bir çift kedi patisi.

Dışarıya bakıp nelerin döndüğünü öğrenme isteğim korkumla bir savaş veriyordu.

Sonuna kadar açık olan kapıya ardından merdivenlerden aşağı ve giriş kapısının yanındaki odaya. San'ı bul, yatağına tırman ve insana dönüş.

Odaya girdiğimde etrafıma bakındım. Çok hızlı inmiştim ve çok hızlı hareket ediyordum. Bu nedenle olduğunu düşünüyorum ki Mingi'nin bastığı çığlık San'ın uyanmasına dolayısıyla benim de onu bulmama yardımcı olmuştu. Hemen yatağına tırmandım ve San'ın şok olmuş gözlerinin önüne geçerek beni görmesini sağladım. Beni görünce daha da gözleri açıldı ve çığlık atarak yataktan fırladı. San'ın çığlığına karşın korkan Mingi de avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı. Karşılıklı bağırışmaları beni ve birbirlerini fark ettiklerinde sona ermişti. Benden başka kimse bu sırada odadan fırlayan Wooyoung'u fark etmemişti.

San ve Mingi sonunda çığlıklaşmayı kestiğinde San neden burada olduğumu sorgulayarak bana yaklaştı. Odanın ortasında duran bir kara delik gibiydim sanırım. Küçük bir kara delik. O yere oturduğunda hemen bacağından fırlayarak omzuna tırmandım. Kendini yönetebilen patilerden birini kullanarak alnını pat patladım. Anlamıştı hemen. Ellerinin arasına aldı beni ve yeniden dudaklarını değdirdi iki kulağımın arasındaki boşluğa. Anında insana dönüştüm. Her zamanki gibi herhangi bir sihir belirtisi yoktu etrafta. Ne kadar sihirli olsa da göremiyoruk. Belki de göremeyen sadece bendim. Diğerleri toz pembe parıltıların etrafımda döndüğünü görüyorlardı belki de. Bunu nasıl adlandırmalıyım?

İnsana dönüşmemle birlikte direkt odadan çıktım ve dış kapıya gittim. Kapıyı bir hışımla açarak dışarı fırladım.

Kendimi direkt ortasında giriş yolu olan çimenli bahçeye attım. Etrafa baktım ama kimseler yoktu. Bomboş ve yapayalnızdı. Boş. Hislerimi tanımlamanın tek yolu. Çıldırmış kalabalık ne zaman gitmişti böyle hemen? Peki ya Prens? Belki de asıl soru nereye gittikleriydi. Kendi etrafımda döndüm birkaç kez. Hissettiğim boşluk aynı bu bahçe ve sokak gibiydi.

Havanın aydınlık olduğunu o zaman fark ettim. Güneş yoktu ancak gündüz olduğu her halinden belliydi. Daha sonrasında fark ettiğim şeylerden biri ise yağmurun varlığıydı. Hayır, nazik ve usul değildi yeryüzüne karşı. Acımasız ve riyakardı. Geldiği yeri unutmuş gibi dövüyordu benliğini. Bu yumrukların altında ezilen ben ise hareketsizdim. O zamanki gibi donmuştum yeniden. Benim soğukluğum ve suyun kendisi saplanmamı sağlamıştı toprağa. Ayaklarımdan çıkan buz sarkıtları yere çivilendiğinde geldi aklıma hareket etmek. O zaman duyabildim etrafımdaki sesleri. Sanki ilk defa duyabiliyormuşum gibi hissettim. Sesler yabancıydı.

Kendi kendini eriterek beni saplandığım yerden çıkardı yağmur. Soğuktu. Aşağı eğdim kafamı, ayaklarıma baktım. Üşüyorlar. İçim yanıyor ancak kalbim ve bedenim soğuk.

İdrak edemediğim saniyeler sonrasında arkamdan birinin beni yakaladığını hissettim. Son anda kurtarmış gibiydi beni düşmekten. Ne kadar gerçek anlamda düşmüyor olsam bile. Üzerime sarılan kabanı hissettim. Kafamı örttü ilk önce, sonrasında vücuduma sardı kabanın geri kalanını. Belimden tuttu ve diğer eliyle de kabanı kafamın üzerinde tutmaya devam etti. Kafasını eğdiğinde karşılaştığı görüntü onu endişelendirmiş olmalıydı ki acıma ve hüzünle karışık adımı sayıklamıştı. Kabanı çekti üstümden ve beni kucağına aldı. Ardından kabanla yeniden üzerimi örttü ve hızlı adımlarla...

ฅ^•ﻌ•^ฅ

The Black Cat Nero | SeonghwaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin