twenty seven

4.1K 254 99
                                    


jungkook'un ağzından;

asansörü bekleyemediğim için hızlı hızlı merdivenleri çıktım. heyecandan ve biraz da kendimi yorduğum için kalbim küt küt atıyordu ama bu umursayacağım en son şeydi. kapının önüne gelince ellerimi dizlerime dayayarak soluklanışım yeter de artardı bile.

jimin bu hâlimi görse 'onun için girdiğim haller'den bahsederek dalga geçerdi ama kendime dikkat etmediğim için kızmayı da eksik etmezdi.

tamamen toparlandığımda zile bastım ve beklemeye başladım. başta kapı açılmadı. beklediğim birkaç saniyenin ardından kaşlarımı çatıp tekrar zile bastım. kapının ardından neredeyse duyamayacağım kadar alçak bir sesle gelen adım sesleri yüzünden sonunda açılacağını düşünmüştüm ama beklediğim olmadı. kapı açılmadı.

uzanıp bir kez daha bastım zile. jimin geldiğimi duyduğu an kapıyı açardı. kapının ardında beklemezdi. garip bir şeyler vardı.

"jiminie! birisi gelip zile bastı ama sen kapıyı tanımadığın kimseye açma dediğin için açmadım." tam kapının arkasından gelen ince bir kız sesiyle kaşlarımı kaldırdım. şaşırmıştım, beklemiyordum.

jimin'in evinde ne zamandan beri küçük bir kız yaşıyordu?

"aferin haneul. hep benim izimden git, tamam mı?" diyen jimin'in sesi kulaklarıma doldu bu sefer. hemen ardından kapı açıldı ve sırıtan bir suratla karşılaştım.

"hoş geldin fıstık." şaşkın bir şekilde ona bakmayı sürdürürken, hemen bacağının arkasında durup bana sonuna kadar açtığı ağzı ve gözleriyle bakan küçüğe indi bakışlarım. birkaç saniye sonra jimin'in kıkırtısı doldu kulağıma.

"kapıda dikilmekte kararlıysan sana bol şans. biz içeri geçiyoruz." deyip küçük kızın elini tuttuğu gibi arkasını döndü ve içeriye doğru ilerlediler.

arkalarını döndükleri anda küçüğün, "jiminie, bu o mu?" diye fısıldadığını duyunca daha da şaşırmıştım.

en sonunda, kafamdaki sorulara bir cevap bulacağımın bilincinde olarak içeriye geçtim ve kapıyı örttüm. ayakkabılarımı çıkarıp ceketimi astım ve orada olduklarından emin bir şekilde salona ilerledim. oradalardı ancak içeri girdiğimde fark ettiğim şeyle duraksadım.

"jimin?" önünde oturduğu küçüğe sessizce bir şeyler anlatırken birden durup bana döndü, "oh, tahmin ettiğimden daha çabuk geldin."

kapıda dikilmeye devam ederken rahatlığından dolayı kaşlarımı çattım, "neden üzerinde bir şey yok?"

siyah bir şort giyiyordu. onun dışında, üzerinde bir şey yoktu. duştan yeni çıktığını bağırır gibi nemli siyah saçlarını elleriyle geriye attığı her halinden belliydi. normal şartlarda bu görüntü, benim için tam anlamıyla bir görsel şölendi. önünde dizlerimin üzerine çöküp tapardım bile. tenine dokunsam kutsanırdım. kilisede adına ayinler yapardım. jimin, tanrı'm olurdu benim.

ancak küçük bir çocuğun yanında böyle durmamalıydı.

ayrıca, havalar da soğuyordu. üşütmesini istemiyordum.

gözlerini kısıp munzurca gülümsedi, "üzerime sen gel diye."

sonuna kadar açılan şaşkın gözlerim koltukta oturan çocuğu buldu. elleriyle açılan ağzını kapatmıştı ve gözleri benimkinden farksız bir şekilde kocaman olmuştu. aynı anda birbirimize dönmüştük. çok ayıptı. ve arsızdı. küçük bir çocuğun yanında nasıl böyle utanmadan konuşabiliyordu?

hızlı birkaç adımla ilerleyip koltuğa oturdum ve küçüğün kulaklarını kapattığım gibi önümüzde, yerde dizleri üzerinde oturan jimin'e döndüm.

wabi sabi | jikookWhere stories live. Discover now