gitme

38 6 47
                                    

Olayların üst üste gerçekleşmesinden sonra Chan her ne kadar gitmemem için ısrar etse de apar topar hastaneye gitmiş, Hyunjin'in önünde duruyordum. Ona her ne kadar fazla şey söylemek istesem de, konuşamıyordum bile. O da sanıyorum ki beni duyamıyor bile. Zavallı şey...

Chan özellikle bunun benim suçum olmadığını tekrarlasa da, hâlâ bu olayın sorumlusunu bizzat kendim gibi hissediyordum. Keşke yol gösterseydim amına koyayım, boş boş yollardan girdik hep.

"Hyunjin," deyip birkaç saniye duraksadım. "Benimle kal, tamam mı? Gitmeni istemiyorum." diyerek devam ettim. "İnsan sevdiğini bırakmaz..."

Yanına yaklaştım, nazik bir biçimde elimi sarı saçlarında gezdirdim. Daha sonra eğilerek yanağına küçük bir buse kondurdum.

Anlam veremiyordum hiçbir olaya, hayat gerçekçiliğini yitirmişti ama böylesine bir zamanda hâlâ umut ışığım sönmemişti. Ben söndürmemiştim. Kendimi bildim bileli umutsuzluğu asla benimsemedim, şu an umudumu yitirirsem, insanlığımı kaybetmiş olurum.

Derin bir nefes alarak "Hayal kırıklığına uğrarsam kötü olur, beş yıl beklemem gerekse bile bekleyeceğim!" diyerek odadan çıktım. Gözlerimin dolduğunu ve yüzümde ufak bir gülümsemenin olduğunu hissettim, en azından yaşıyordu. Bana da yaşadığımı hissettirmişti.

Kapının önüne çıktığımda da son bir kez iç çekerek hastaneden ayrıldım. Nereye gideceğimi bilmiyordum, o sırada telefonum çalmaya başladı. Sessizde olsa bile titreşiminden fark etmiştim. Telefonu alarak kimin aradığına baktım, Chan idi.

Açtığım gibi "Sana gitmemeni söylemedim mi ben? Dinlesene bir!" diyen bir Chan ile karşılaşmayı beklemiyordum, alçak bir ses tonuyla "Sen benim nerede olduğumu nereden biliyorsun ya?" dedim. "Kendi yollarım var," demesiyle de yeniden tebessüm ettim, kendisinin de yüzünde bir gülümsemeyle konuştuğundan emindim.

"Jeonginle Felix yanımda, arkadan çok ses geliyorsa kusura bakma... Lan, oğlum! Dokunma telefona! İmdat!'' gibi seslerin gelmesiyle telefonu suratlarına kapattım. Ne yapayım, Chan dışında her insanın biraz da olsa huzura ihtiyacı vardır.

Bu mistik telefon konuşmasından sonra kütüphaneye gitmeye karar verdim, üniversite sınavı yaklaşıyordu. Muhtemelen en garip üniversiteyi kazanacak olsam da, çalışmanın faydasını falan görürüm belki.

Öncelik olarak eve gittim, canım anam da gelmişti. Kitap falan ne varsa koydum çantama, geri çıktım evden. Ders çalışsam da bok gibi bir yere gideceğim, bunu aklınızda tutun.

Sayaç falan tutmadım ama tahmini olarak on dakikada gelmiştim. İçeriye girdim, çok sessiz bir ortamla karşılaştım. Kimse bağırmıyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor, saf huzur. İşte bu sessizliğe aşığım.

Düzgün bir yere geçtim, hangi dersten başlayacağımı bilmediğim için salladı, fizik çıktı. Kitabını vesaire çıkardım. Çalıştım, okudum, çözdüm, yaptım... Kısaca çalıştım. Hiçbir bok anlamayıp beynimi kendi kendime yaksam da, olur öyle şeyler.

Fizikten kurtulduktan sonra telefonumun çalmasıyla elimdeki kalemi bırakarak telefonu aldım. Arayan Seungmin idi, ben de aramasını meşgule attım ve hemen sonrasında kütüphanede olduğumu yazdım. İlk inanmadı, sonra resim atınca kabullendi.

Seungmin'in gazabından da kaçtıktan sonra tam odaklandım diyebileceğim bir vaziyete gelmiştim ki, aklıma Hyunjin geldi. Kafamı masaya gömdüm birkaç saniye, onu hatırlamamam gerekiyordu! Odaklanamıyorum sonra.

"Ay, sıçayım şimdi derse..." deyip masadaki kitapları bir kenara ittirerek kulaklığımı taktım derdim ama, kulaklığımı evde unutmuşum. Böyle şans mı olur ya?

Ani bir kararla ayağa kalkarak telefonumu ve çantamı aldım, bir huzur içinde ders çalışalım dedik, beyefendi sürekli aklıma gelip gelip duruyor, bu da yalnızca daha da stres olmama yol açıyor! Ya, Hyunjin. O kadar aklıma geliyorsun ki, sigaraya başlayacağım üzüntümden!

Nerede görülmüş daha sevgili bile olmayan insanların tek günde üzüntüsünden sigaraya başladığı? İlk olacağım.

Hyunjin tek odağımı da bozduğu için kütüphaneden çıkmak durumunda kaldım. Umarım en fazla birkaç ay sürer de sonra seni haşlayabilirim ama uzun süre beni meraklandırıp hayatta kalmayı başaramazsan o zaman hesap soracağım.

Bu çocuk beni tam anlamıyla delirtiyordu. Derdimi gidip psikoloğa anlatsam bunalır, kovar. Aşkımdan ciddi anlamda öleceğim amına koyayım!

Dışarı çıktım, artık yapacak başka bir şey kalmadığı için eve gidip uyumak istiyordum. Telefonu sessize aldım, başladım mal gibi yürümeye.

Bu sefer eminim ki on dakika geçmiştir, eve geldim. Annem neden bu kadar erken geldiğim konusunda beni sorulara boğsa da bir türlü kurtularak odama girdim. Kendimi yatağa attım, gözlerimi kapattım...

(cizgi koymaya usendim, chansung❗️)

"Lanet olsun sana Jisung! Keşke seni doğurma zahmetine girmeseydim!"

Kapımı tekmelerken konuştu yeniden. Her konuştuğunda daha da bağırıyor, kapıyı açarsa evden canlı çıkamayacağımı söylemekten çekinmiyordu. Çocuğunu öldürebilecek kadar acımasız mıydı bu kadın?

Kapıdan daha fazla ses gelmeye başladı, korkuyordum. Hiç olmadığı kadar korkuyordum. Zemin katın bir üstündeki katta oturuyorduk ve aklıma camdan kaçmak gelmişti, tabii başarabilirsem.

Yanıma sadece telefonumu aldım, camı açtım. Öncelikle aşağıya baktım, atlarsam çok da canım acımazdı. Bacaklarımı camdan aşağı bıraktım, sonra da anlık cesaret ile atladım.

Biraz acıtmıştı ancak sakatlanmamış, bayılmamıştım. Koşarak uzaklaştım evden, gözlerimde yaşlar birikmeye devam ederken. Anne, hiç mi sevmedin?

Evden biraz uzak olan bir parka gelmiştim, annem gibi bir aptalın burada olduğumu düşüneceğini sanmıyorum.

Yeteri kadar uzaklaştığımı düşünerek telefonumu aldım ve konumumu paylaşarak acilen yanıma gelmesini söyledim. Muhtemelen neler olduğunu anlamıştı, görüldü attı. Ben de beklemeye başladım.

Çok geçmeden Chan'ın hızlı adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Beni gördüğünde daha da hızlanmıştı, yanıma kadar koşarak geldi.

"Neden ağlıyorsun lan sen?" diye sordu. "Önemli değil o kısım," dedim, tebessüm ederek. "Beni öldürmeye çalışıyor."

Şaşırmış görünüyordu. "Ne? Nasıl? Öldüremez, yok öyle bir dünya!" demesiyle iç çektim. "Yapabileceğin veya yapabileceğim bir şey yok." diyerek gülümsedim.

"Bacakların neden titriyor? Ne yapıyorsun sen kendine amına koyayım?" dedikten sonra "Camdan atladım." diyerek yanıt vermemle göz devirdi. "Jisung, ölümüne mi susadın ya? Bir de o şekilde koştun mu?" dedi, başımı salladım. ''Sen cidden var ya...''

"Yürümek veya koşmak yok, görmeyeyim." dedikten sonra belimi kavrayarak kucağına aldı. "Chan, iyiyim ben!" diye sızlansam da, "Sus Jisung." diyerek karşılık verdi.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum, "Benim eve tabii," demesiyle de "Ya, Chan, biri görecek, iyiyim diyorum!" diyerek çıkışsam da, "Görsünler, bir şey olmaz." diye cevap verdi.

Beni o şekilde evine kadar götürdü, içeri girdikten sonra ısrar etmemle birlikte bıraktı. Az kalsın yalvaracaktım.

Bir baktım ki, Jeongin ve Felix de evde. Chan, herkesi eve mi atıyorsun lan? Doğruyu söyle çabuk. Hayır diyemez aslında, cevabı herkes biliyor. Pavyon sahibi Chan. İnkâr eden de orada direk dansı yapıyordur.

Mülteci gibi eve girdiğim için mantıken işgal edebilme özgürlüğüm vardı artık ve bu yüzden de ikisinin yanına gittim. Sanırım Felix beni gördüğüne çok sevinmiş, ''Vay! Benim reis de buradaymış!'' diye bağırmaya başladı. Gülümseyerek ''Ay anan, sanki başka ülkedeydim.'' dedim, ''Olabilirdin de!'' cevabını yemeden önce.

Başka ülkede olsam kâfi, Amerika falan. Güzel ülke de işte, siyahilerin gerginlik oranı oldukça yüksek. Oradan kaybediyor, yoksa neden olmasın? Amerika güzeldir. Doğrusu, ekonomi ve askeri güç dışında çok bir şey olduğunu düşünmüyorum...

Gün Hyunjin olmadıkça geçmiyor... Sürücüye dava açsak kazanır mıyız?

Yarak-ı Sevkiye, HyunhoWhere stories live. Discover now