7. Bölüm

510 26 5
                                    


Bu yanıttan sonra gergefine dönerdi. En sonunda, içinde yerini isteyen bir sevginin uyandırdığı kıpırdanmaları duymaya başlamıştım. Para yoksa, akşamlara uğurlar ola! Anneme, bana para yollamasını yazmıştım; annem homurdandı, sekiz günlük bir para bile yollamadı. Öyleyse kimden istemeliydim? Yaşamım söz konusuydu. Böylece, ilk büyük mutluluğumun ortasında da, beni her yerde kuşatmış olan acıları buluyordum; ama, Paris'te, kolejde, pansiyonda, düşünceli bir perhizle bundan sıyrılmıştım, derdim olumsuzdu; Frapesle'de etkin oldu; o zaman hırsızlık isteğini, şu düşlenen cinayetleri, ruhumuzu kaplayınca kendi kendimize saygımızı yitirmek korkusuyla boğmamız gereken, tüyler ürpertici kızgınlıkları duydum içimde. Amansız düşüncelerin anıları, annemin cimriliğinin bende ister istemez yarattığı bunalımlar, bana gençler karşısında, derinliğini anlamak içinmiş gibi uçurumun ucuna dek gelip de tökezlenmemiş insanların temiz hoşgörüsünü esinledi. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, yaşamın aralanarak yatağının kuru kumlarını gösterdiği bu anlarda güçlendiyse de, müthiş insan adaletinin bir insanın boynuna indirmek üzere kılıcı çektiği her seferde, "Ceza yasalarını mutsuzluğu tanımayan insanlar çıkarmış," diye düşündüm.

Bıçağın kemiğe dayandığı bu noktada, Mösyö de Chessel'in kitaplığında bir tavla kitabı buldum, inceledim; sonra ev sahibim de bana birkaç ders verme inceliğini gösterdi; o denli sert yönetilmeyince, biraz ilerleme gösterdim, ezbere öğrendiğim kuralları, hesapları uygulayabildim. Birkaç gün içinde, ustamı alt edecek duruma geldim; ama, kendisini yendiğim zaman, çekilmez bir duruma girdi, gözleri kaplan gözleri gibi kıvılcımlar saçtı, yüzü buruştu, kaşları hiç kimsede görmediğim bir biçimde oynamaya başladı. Yakınmaları şımarık bir çocuğun yakınmalarıydı. Kimi zaman zarları fırlatıyor, öfkeyle bağırıyor, tepiniyor, zar kabını dişliyor, bana hakaretler yağdırıyordu. Bu sertliklerin de bir sonu oldu. Oyunda daha üstün bir bilgi edinince, savaşı dilediğim gibi yürüttüm; sonunda her şey aşağı yukarı eşit olacak biçimde ayarladım kendimi, partinin birinci yarısını ona kazandırıyor, ikinci yarısında denge kuruyordum. Dünyanın sonu bile öğrencisinin böyle çabucak üstünlük kazanması kadar şaşırtmazdı Kont'u; ama bunu hiç kabul etmedi. Oyunlarımızın değişmez sonucu, aklının dört elle sarıldığı yeni bir besin oldu.

"Kafacağızım yoruluyor kuşkusuz," diyordu. "Siz hep partinin sonuna doğru kazanıyorsunuz, çünkü o zaman kafamı kullanamıyorum."

Kontes de biliyordu bu oyunu, oyunumu daha ilk uygulamada anladı, uçsuz bucaksız sevgi belirtileri sezdi. Bu ayrıntıları ancak tavla oyununun korkunç güçlüklerini bilenler değerlendirebilir. Bu küçücük şey, neler anlatmıyordu! Ama aşk, Bossuet'nin tanrısı gibi, yoksulun bir bardak suyunu, ölen adsız askerin çabasını en zengin yenginin üstünde tutar. Kontes genç bir yüreği parçalayan şu sessiz teşekkürlerden biriyle teşekkür etti: Çocuklarına sakladığı bakışla baktı bana! O çok mutlu akşamdan sonra, benimle konuşurken hep yüzüme baktı. Giderken nasıl bir durumdaydım, açıklayamam. Ruhum bedenimi yutuvermişti, ağırlığım kalmamıştı hiç, yürümüyor, uçuyordum. Bu bakışı içimde duyuyordum, beni ışığa gömmüştü. "Güle güle, Mösyö," deyişinde, Diriliş ilahisinin ô filii et filiae'sindeki uyumları çınlattı ruhumda. Yeni bir yaşama doğuyordum. Onun gözünde bir önemim vardı demek! Saltanat kundaklarında uyudum. Kapalı gözlerimin önünden karanlıkta birbirlerini kovalayarak alevler geçti, yanmış kâğıdın külleri üzerinde birbiri ardından koşan, güzel ve ateşten böcekler gibiydiler. Düşlerimde, sesi elle dokunulur bir şey oldu, beni ışıkla, hoş kokularla saran bir hava, ruhumu okşayan bir ezgi oldu. Ertesi gün, beni karşılayışı, duygularının doluluğunu belli etti, ondan sonra sesinin gizlerine erdim. O gün yaşamımın en önemli günlerinden biri olacaktı. Akşam yemeğinden sonra, yukarılarda dolaştık, hiçbir şeyin yetişemeyeceği, yerin taşlık, kuru, bitkisel topraktan yoksun olduğu bir çorak alana gittik, yine de burada birkaç meşe ile ekşi muşmulalarla dolu çalılar vardı; ama, ot yerine, kızılımsı, kıvırcık, batan güneşin ışınlarıyla tutuşmuş bir yosun halısı uzanıyordu, ayaklar kayıyordu üzerinde. Düşmesin, diye Madeleine'in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf da kolunu Jacques'a vermişti. Önden giden Kont, geriye döndü, bastonuyla yere vurdu, sonra da korkunç bir sesle bana, "İşte benim yaşamım!" dedi. Sonra özür dileyen bir bakışla karısına bakarak, "Ama sizi tanımadan önceki yaşamım," diye ekledi.

Vadideki ZambakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin