VI

491 26 3
                                    

VI

  — Şu anda, diye başladı prens, hepiniz yüzüme öylesine merakla bakıyorsunuz ki, bu merakınızı gideremezsem belki de kırılacaksınız bana. (Gülümseyerek hemen ekledi arkasından.) Yok, şaka ediyorum. Orada... orada çok çocuk vardı ve ben hep çocuklarla bir aradaydım, yalnızca çocuklarla. Kaldığım köyün çocuklarıydı bunlar. Okula giden bir sürü çocuk. Ders falan verdiğim yoktu onlara. Hayır, bu iş için bir öğretmen vardı köyde, Jül Tibo... Belki bir şeyler öğretmesine öğretiyordum çocuklara, ama daha çok onlarla bir arada oluyordum ve dört yılım da öyle geçti. Başka bir istediğim yoktu. Her şeyi anlatıyordum onlara, hiçbir şeyi saklamıyordum. Anne babaları hep kızıyorlardı bana. Çünkü sonunda çocuklar bensiz yapamaz olmuşlardı, hep benim çevremde oluyorlardı. Hele okulun öğretmeni sonunda baş düşmanım kesilmişti... Köyde çok düşmanım vardı, hepsi de çocukların yüzünden. Şneyder bile benim adıma utanıyordu. Peki ama, neden korkuyorlardı o kadar? Her şey anlatılabilir çocuklara, her şey... Büyüklerin çocukları hiç tanımamaları her zaman şaşırtmıştır beni. Anne babalar kendi çocuklarını bile doğru dürüst tanımıyor. Küçük oldukları, bazı şeyleri öğrenmelerinin zamanı henüz gelmediği gerekçesiyle çocuklardan hiçbir şeyin gizlenmemesi gerekir. Ne üzücü ve talihsiz bir düşünce bu! Çocuklar her şeyi anlamalarına karşın, babalarının onları çok küçük, hiçbir şeyi anlamaz saydıklarını ne kadar iyi fark eder! Bir küçüğün çok zor bir durumda bile son derece önemli çözüm yolu üretebileceğini büyükler bilemez. Ah Tanrım! O sevimli küçük kuş güven ve mutluluk dolu bakışını size dikmişken aldatmaktan utanırsınız onu! Kuş diyorum onlar için, çünkü kuşlardan daha sevimli bir şey yoktur yeryüzünde. Bununla birlikte köyde herkes daha çok başka bir şey için kızıyordu bana... Tibo ise düpedüz çekemiyordu beni. Başlangıçta durmadan başını sallıyor, çocukların beni öylesine iyi anlamalarına, oysa onu hiç anlamamalarına akıl erdiremiyordu. Daha sonra ona ikimizin de çocuklara bir şey öğretmediğimizi, aslında onların bize çok şey öğrettiğini söylediğimde alay etti benimle. Kendisi de çocukların arasında yaşarken nasıl oluyor da beni çekemiyor, iftira ediyordu!? Çocuklar insanın ruhunu hafifletir... Şneyder'in sağlık kurumunda bir hasta vardı. Çok mutsuz bir adamdı. Onunki eşine çok seyrek rastlanır bir mutsuzluktu. Deli olduğu için yatırılmıştı oraya. Bence deli falan değildi, yalnızca büyük acılar çekiyordu, o kadar, bütün hastalığı buydu işte. Bizim çocukların sonunda onun için ne anlam ifade ettiğini bilseydiniz... Ama iyisi mi o hastadan sonra söz edeyim size. Şimdi her şeyin nasıl başladığını anlatacağım. Çocuklar beni sevmemişti önceleri. Çünkü onların yanında pek iriyarı ve hantaldım. Çirkin biri olduğumu biliyorum... ayrıca bir yabancıydım. İlk zamanlar alay ediyorlardı benimle. Daha sonra Mari'yi öptüğümü gördükten sonra taş bile atmaya başlamışlardı. Oysa bir kez öpmüştüm Mari'yi... (Dinleyicilerinin gülümsemesini kesmek için acele etti prens:) Hayır, gülmeyin. Aşk falan söz konusu değildi burada. Mari'nin nasıl zavallı bir kızcağız olduğunu bilseydiniz, benim acıdığım gibi siz de acırdınız ona. Bizim köyde yaşıyordu. Annesi çok yaşlı bir kadındı. Köy yönetimi harap, küçük evlerinin iki penceresinden birinde çok yaşlı kadının ayakkabı bağı, iplik, sabun, tütün gibi ufak tefek şeyler satmasına izin vermişti. Yaşlı kadın oradan kazandığı az bir parayla karnını doyuruyordu. Hastaydı, ayakları şişmişti, öyle ki evden çıkamıyordu. Mari onun kızıydı. Yirmi yaşında sıska, cılız bir kızdı. Uzun zamandan beri veremliydi. Ama öyleyken evlere gündelikçi gidiyor, ağır işler yapıyordu. Yerleri sabunluyor, çamaşır yıkıyor, avluları süpürüyor, hayvanlara bakıyordu. Köye uğrayan Fransız bir satıcı, kızcağızı ayartıp yanında götürmüş, bir hafta sonra da zavallıyı yolda yapayalnız bırakıp kayıplara karışmış. Mari bütün bir hafta yürüyerek, dilenerek, geceleri yol kenarlarında uyuyarak kir pas içinde, üstü başı paramparça, yırtık ayakkabılarla dönmüş köye. Bu arada da üşütmüş. Ayakları yara bere içinde, elleri şiş, çatlak çatlakmış. Aslında eskiden de güzel bir kız değilmiş: Yalnız bakışı pek bir sakin, iyilik dolu, masumdu. Sesi soluğu çıkmazdı. Çok iyi hatırlıyorum, başına o olay gelmezden önce bir gün iş yaparken birden şarkı söylemeye başladığı için herkes şaşırmış, alay etmeye başlamış onunla: "Mari şarkı söyledi! Nasıl? Mari şarkı söylemeye başladı artık!" Çok utanıyordu Mari. Bir daha şarkı söylediğini duyan olmamıştı. Önceleri yakınlık gösterenler vardı ona, ama satıcıyla gidip de köye hasta ve üstü başı yırtık dönmesinden sonra acıyan kimse kalmamıştı. Bu konuda çok acımasızdı köylüler! Çok katıydılar! En başta annesi nefretle, aşağılamayla karşılamıştı onu: "Beni rezil ettin!" Önce annesi aşağıladı onu: Mari'nin döndüğü duyulunca herkes onu görmeye koştu, neredeyse bütün köy yaşlı kadının evine doluştu: Yaşlılar, çocuklar, kadınlar, genç kızlar, herkes... Mari annesinin ayaklarının dibinde aç, üstü başı yırtık, yerde yatıyor, ağlıyordu. Köylüler eve doluşunca Mari dağınık saçlarıyla yüzünü kapayıp yüzüstü yere kapandı. Herkes başına toplanmış, iğrenç bir şeye bakar gibi bakıyordu ona. Yaşlılar onu suçluyor, ağızlarına geleni söylüyordu. Gençler alay bile ediyor, kadınlar aşağılıyor, hakaretler ediyor, bir örümceğe bakar gibi küçümseyerek bakıyordu. Annesi bütün bunlara sesini çıkarmıyordu, öyle oturuyor, başını sallayarak söylenenleri onaylıyordu. Yaşlı kadın o aralar ağır hastaydı, ölmek üzereydi. Gerçekten iki ay sonra da öldü. Yakında öleceğini biliyordu zaten. Ama ölünceye kadar barışmayı düşünmedi bile kızıyla. Bir sözcük bile konuşmadı onunla. Uyuması için samanlığa yolladı kızcağızı, hatta neredeyse yemek bile vermedi ona. Yaşlı kadının şiş ayaklarını sık sık ılık suya sokması gerekiyordu. Mari her gün ılık suyla annesinin ayaklarını yıkıyor, her türlü hizmetine koşuyordu. Onun bütün bu yaptıklarına karşılık annesi tatlı tek sözcük söylemiyordu kızına. Hepsine katlanıyordu Mari. Ve ben onunla tanışmamdan sonra Mari'nin de bütün bunları onayladığını, kendisini iğrenç bir yaratık olarak gördüğünü fark ettim. Annesi iyice yatağa düştükten sonra oranın geleneklerine göre hizmetini görmek için köyün yaşlı kadınları sırayla eve gelmeye başladı. O zaman bütünüyle aç kaldı Mari. Köyde herkes uzak duruyordu ondan. Artık kimse iş vermiyordu ona. Herkes yüzüne tükürüyordu. Erkekler bile kadından saymamaya başlamışlardı onu, yüzüne karşı iğrenç şeyler söylüyorlardı. Çok seyrek de olsa sarhoşlar bazen pazar günleri eğlence olsun diye önüne, doğrudan yere ufak paralar atıyorlardı. Atılan paraları yerden alıyordu Mari. O sıralar öksürmeye, kan tükürmeye başlamıştı. Üzerindeki yırtık pırtık giysi artık iyice paçavraya dönmüş, köy içine çıkamaz olmuştu. Köye dönüşünden beri yalınayak dolaşıyordu. O ara özellikle çocuklar hep birlikte (kırk kişiyi aşkın bir öğrenci çetesiydi bu) peşine takılıyor, onunla alay ediyor, hatta üzerine çamur atıyorlardı. Köyün çobanına ineklere bakmasına izin vermesi için yalvarmıştı. Ama kovmuştu onu çoban. Bunun üzerine o da, çobanın izin vermemiş olmasına karşın, bütün gün sürünün peşinde dolaşmaya başlamıştı. Çoban, Mari'nin böyle yaparak ona çok yararlı olduğunu fark ettiği için olacak, bir daha kovmadı onu, hatta yemeğinden artan peyniri, ekmeği ona vermeye bile başladı. Bu yaptığının kendisi için büyük bir yüce gönüllülük olduğunu düşünüyordu. Annesi öldüğünde papaz kilisede Mari'yi herkesin içinde hiç utanmadan aşağıladı. Mari öylece, üzerinde yırtık pırtık giysisiyle tabutun başında durmuş ağlıyordu. Onun nasıl ağlayacağını, sonra tabutun arkasından nasıl yürüyeceğini görmek için büyük bir kalabalık toplanmıştı. Ünlü bir din adamı olma hayalleri kuran genç papaz kilisede toplananlara dönüp Mari'yi gösterdi. "Bu saygıdeğer kadının ölümüne neden olan kişi bu işte! (Oysa doğru değildi bu, yaşlı kadın iki yıldır hastaydı çünkü.) İşte karşınızda dikiliyor, yüzünüze bakamıyor... Çünkü Tanrı utanç içinde yaşamaya mahkûm etti onu. Bakın, erdemini yitiren herkes gibi, üstü başı perişan, yalınayak... Kimdir o? Ölen kadının kızı!" Böyle bir sürü şey daha saydı... Düşünebiliyor musunuz, bu rezillik orada toplananların hepsinin hoşuna gitmişti, ama... o andan sonra önemli bir şey oldu. Çocuklar ortaya çıktı, çünkü benden yanaydılar ve Mari'yi sevmeye başlamışlardı. Bu da şöyle olmuştu: Mari için bir şey yapmak istiyordum. Para vermeliydim ona, ama orada tek kapik olmuyordu cebimde. Pırlanta başlı küçük bir iğnem vardı; köy köy dolaşıp eski giysiler alıp satan bir vurguncuya sattım onu. Sekiz frank verdi bana. Oysa çok daha fazlasını ederdi. Uzun süre Mari'yi yalnız yakalamaya çalıştım. Sonunda köy dışında, dağa giden patikalardan birinde bir ağacın altında karşılaştık. Orada sekiz frankı verdim ona ve bu parayı dikkatli kullanmasını, çünkü başka paramın olmadığını söyledim, sonra öptüm onu. Kötü bir niyetimin olduğunu düşünmemesini, kendisine âşık falan olduğum için değil, çok acıdığım için, ta baştan beri suçlu değil, yalnızca şanssız olduğunu düşündüğüm için ona bu parayı verdiğimi söyledim. Hemen orada teselli etmek istiyordum onu, herkesin karşısında kendisini öyle küçük görmesinin gerekmediğini anlatmaya çalıştım. Ama sanırım anlamıyordu beni. Hep susmasına, bir şey söylememesine, karşımda başı önünde, utangaç, öyle durmasına karşın, hemen fark etmiştim bunu. Konuşmam bitince elimi öptü. O anda ben de tutup onun elini öpmek istedim, ama hemen çekti elini. Meğer o sırada kalabalık bir çocuk grubu bizi gözetliyormuş. Uzun süredir beni izlediklerini daha sonra öğrendim. Islık çalmaya, alkışlamaya, kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Mari koşarak uzaklaştı yanımdan. Çocuklarla konuşmak istedim, ama taşlamaya başladılar beni. O gün köyde öğrenmeyen kalmadı bu olayı. Herkes tekrar Mari'ye saldırmaya başladı: Bu kez daha çok nefret ediyorlardı ondan. Kızcağızı cezalandırmayı bile düşündüklerini duydum. Neyse ki gerçekleşmedi bu düşünce. Ama çocuklar çok sıkıştırıyorlardı onu. Şimdi eskisinden daha çok takılıyor, üstüne başına çamur atıyor, onu kovalıyorlardı. Zayıf ciğerleriyle kaçmaya çalışıyordu zavallı, tıkanıyordu, ama çocuklar peşini bırakmıyor, bağırıp çağırıyor, küfürler ediyorlardı. Bir gün söylenmiştim bile onlara. Sonra konuşmaya başladım çocuklarla. Fırsat buldukça hemen her gün konuşuyordum onlarla. Mari'ye küfür etmeyi sürdürseler de, bazen durup dinliyorlardı beni. Mari'nin ne zavallı bir kız olduğunu anlatıyordum onlara. Bir süre sonra ona küfür etmeyi kestiler, peşini bıraktılar. Yavaş yavaş konuşmaya başladık. Hiçbir şeyi gizlemiyordum onlardan. Her şeyi anlatıyordum. Büyük bir dikkatle dinliyorlardı beni. Çok geçmeden Mari'ye acımaya başladılar. Bazıları Mari ile karşılaştıklarında artık gülümseyerek selamlaşıyordu onunla. Orada âdettendir, yolda karşılaşan (tanıdık olsun olmasın) herkes "merhaba" diyerek selamlaşır. Mari'nin bu değişikliğe nasıl şaşırdığını tahmin ediyordum. Bir gün iki kız çocuk tabaklarla yemek götürdüler ona, sonra bunu gelip bana anlattılar. Mari'nin ağladığını, artık onu çok sevdiklerini söylüyorlardı. Bir süre sonra çocukların hepsi sevmeye başlamıştı Mari'yi. Bu arada birden beni de sevmeye başlamışlardı. Sık sık beni görmeye geliyor, onlara bir şeyler anlatmamı istiyorlardı. Güzel anlatıyor olmalıydım ki, beni dinlemeyi seviyorlardı. Bu arada onlara anlatmak için birçok şey öğrenmeye, okumaya çalışıyordum. Üç yıl sürekli olarak bir şeyler anlattım onlara. Daha sonraları köyde herkes (Şneyder bile) beni çocuklarla büyüklerle konuştuğum gibi konuşmakla, onlardan hiçbir şeyi gizlememekle suçlarken, çocuklara yalan söylemenin utanılacak bir şey olduğunu, aslında onlardan saklamaya ne kadar çalışırsanız çalışın, çocukların iğrenç şeyleri çok iyi bildiklerini, oysa benim onlara kötü bir şey öğretmediğimi söylüyordum. "Herkesin bir zamanlar kendisinin de nasıl bir çocuk olduğunu hatırlaması yeter," diyordum. Ama kabul etmiyorlardı... Mari'yi annesinin ölümünden iki hafta önce öpmüştüm. Papaz kilisede bu olaydan söz ettiğinde çocuklar çoktan benim yanımdaydılar. Hemen o gün papazın sözlerini açıkladım onlara, ne anlama geldiklerini anlattım. Hepsi papaza çok kızdı, bazıları öylesine öfkelendi ki, taş atıp evinin camlarını kırdı. Durdurmaya çalıştım onları, bu yaptıkları hiç iyi bir şey değildi çünkü. Ama çok geçmeden herkes her şeyi öğrendi kentte. Çocukların ahlakını bozduğum için yine beni suçlamaya başladılar. Sonra çocukların Mari'yi sevdiğini öğrenince büyük bir korkuya kapıldılar. Mutluydu artık Mari. Anne babalar çocuklarına onunla karşılaşmalarını bile yasakladı. Ama çocuklar köyün hayli dışında, neredeyse yarım versta uzağında sürünün olduğu yere, Mari'nin yanına onunla görüşmek, ona yiyecek götürmek, bazıları ise sırf onu kucaklamak, öpmek ve ona "Jes vous aime, Marie!" demek için hep birlikte gizlice gidiyor, sonra koşarak dönüyorlardı. Ansızın bulduğu bu mutluluktan neredeyse aklını yitirecekti Mari. Bu kadarını hayal bile edemezdi. Hem utanıyor, hem seviniyordu. En önemlisi de çocukların, özellikle kız çocukların koşarak yanına gelip ona benim onu sevdiğimi, onlara sürekli kendisinden söz ettiğimi söylemeleriydi. Onlara söylediğim her şeyi gidip ona anlatıyorlardı. Onu sevdiklerini, ona acıdıklarını, her zaman da seveceklerini, acıyacaklarını söylüyorlardı. Sonra küçücük yüzleri sevinçle apaydınlık, telaşlı, Mari'nin yanından koşarak bana geliyor, biraz önce Mari'yi gördüklerini, bana selam yolladığını söylüyorlardı. Akşamları çağlayana gidiyordum. Orada köyden görünmeyen, dört bir yanı kavak ağaçlarıyla kaplı küçük, kuytu bir yer vardı. Akşamları çocuklar beni görmek için orada toplanıyordu. Evden gizli gelenler bile vardı. Sanıyorum, benim Mari'ye âşık olmamdan büyük haz duyuyorlardı. Orada kaldığım sürece yalnızca bu konuda gerçeği sakladım onlardan. Mari'yi sevmediğimi, yani ona âşık falan olmadığımı, yalnızca ona çok acıdığımı söylemedim onlara. Yüzlerinden kendi aralarında benim Mari'ye âşık olduğuma karar verdiklerini, bunu hayal ettiklerini fark ettiğim için bu konuda susuyordum, gerçeği anlamışlar gibi yapıyordum. O küçücük yürekler ne denli duyarlıydı, sevgi doluydu! Bir yandan da sevgili Léon'larının Mari'yi böyle kötü giyinip yalınayak dolaştığı için sevmesinin olanaksız olduğunu düşünmüşlerdi sanki. Düşünebiliyor musunuz, bir yerlerden ayakkabı, çorap, iç çamaşırı, hatta elbise bile buldular ona. Bunu nasıl başardılar, bilemiyorum. Bir çete gibi çalışmışlardı. Sorduğumda yalnızca neşeyle gülüyorlardı. Kız çocuklar ise ellerini çırpıyor, beni yanaklarımdan öpüyordu. Gizliden arada bir ben de gidiyordum Mari'yi görmeye. Hastalığı iyice ilerlemişti. Güçlükle yürüyebiliyordu. Çobana yardım edemiyordu artık. Ama yine de her sabah sürünün arkasından gidiyordu. Otlakta oldukça dik, yüksekçe bir kaya vardı, kayanın altında kimsenin göremeyeceği çukur bir yerde bir taşın üzerine çöküyor, neredeyse kıpırdamadan, sürü köye dönene kadar bütün gün orada öylece oturuyordu. Verem öylesine güçsüz düşürmüştü ki onu, başını bir kayaya dayayıp gözleri çoğunlukla kapalı, sık sık soluyarak uyukluyordu. Yüzü çok zayıflamış, iskelet yüzü gibi olmuştu. Alnı, şakakları sürekli boncuk bocuk terliyordu. Oraya her gittiğimde öyle buluyordum onu. Bir dakika duruyordum yanında. Kimsenin beni onun yanında görmesini ben de istemiyordum. Benim geldiğimi fark edince irkiliyor, gözlerini iri iri açıyor, ellerimi öpmek için atılıyordu. Elimi çekmiyordum artık, çünkü elimi öpünce mutlu oluyordu. Yanında oturduğum sürece durmadan titriyor, ağlıyordu. Evet, birkaç kez konuşacak olmuştu benimle, ama söylediklerini anlamam hiç kolay olmamıştı. Aklı başında değildi sanki. Çok heyecanlı, coşkulu konuşuyordu. Arada çocuklar da geliyordu benimle. Genellikle biraz uzakta duruyor, gelen giden var mı diye gözcülük ediyorlardı. Büyük haz veriyordu onlara bu. Biz yanından ayrıldıktan sonra yine yalnız kalıyordu Mari; yine başını kayaya dayayıp gözlerini kapıyor, kıpırdamadan oturmayı sürdürüyordu. Belki de bir şeylerin hayalini kuruyordu... Bir sabah sürünün arkasından gidemedi, bomboş evinde kaldı. Çocuklar o anda haberdar oldular bundan, hemen yanına koştular. Yatağında yapayalnız yatıyordu Mari. İki gün yalnızca çocuklar sırayla ilgilendi onunla. Ama Mari'nin ölmek üzere olduğu köyde duyulunca köyün yaşlı kadınları gelip yanında oturmaya, nöbet tutmaya başladı. Köyde herkes acımaya başlamış gibiydi Mari'ye. En azından çocukların onu görmelerini artık yasaklamıyorlar, eskiden olduğu gibi onlara bağırıp çağırmıyorlardı. Mari sürekli uyukluyordu. Huzursuz bir uyuklamaydı onunki: Çok kötü öksürüyordu. Yaşlı kadınlar Mari'nin yanından kovalıyordu çocukları, onlar da içeriye yalnızca "Bonjour, notre bonne Marie" diye seslenmek için pencerenin önünde toplanıyorlar, sonra hemen dağılıyorlardı. Mari onları görünce, seslerini duyunca birden canlanıyor, yaşlı kadınların söylediklerine kulak asmadan, kendini zorlayarak dirseğine dayanıp yattığı yerde doğruluyor, başını sallayarak onlara teşekkürlerini belirtiyordu. Önceleri olduğu gibi yine yiyecek getiriyorlardı ona, ama o hemen hemen hiçbirini yiyemiyordu. Çocukların bu yakın ilgisi nedeniyle, inanın, neredeyse mutlu öldü Mari. Başından geçen o felaketi onların yardımıyla unuttu, bağışlanmış olmayı onlarda tattı. Çünkü son ana kadar büyük bir günahkâr sayıyordu kendini. Çocuklar kuşlar gibi kanat çırpıyorlardı penceresinin önünde, her sabah gelip şöyle sesleniyorlardı: "Nous t'aimons, Marie." Çok geçmeden öldü Mari. Biraz daha yaşayacağını umuyordum. Ölmeden bir gün önce güneş batmak üzereyken yanına gitmiştim: Sanırım tanıdı beni. Son kez sıktım elini. Nasıl da kupkuruydu eli! Ertesi sabah gelip Mari'nin öldüğünü söylediler. Çocukları sakinleştirmek olanaksızdı: Tabutunu çiçeklerle bezediler, başına çiçeklerden yaptıkları bir taç koydular. Papaz kilisede aşağılamıyordu onu artık. Cenazesinde çok az kimse vardı. Sırf meraktan birkaç kişi gelmişti sadece. Ama sıra tabutun götürülmesine geldiğinde, onu kendileri taşımak için çocuklar hemen öne atıldılar. Ama beceremediler bunu, yalnızca kenardan köşeden yardım edebiliyorlardı, o kadar. Tabutun arkasından koşuyor, ağlıyorlardı. O günden sonra çocuklar Mari'nin küçük mezarını sürekli ziyaret etmeye başladılar: Her yıl çiçeklerini yeniliyor, çevresine güller ekiyorlardı. Ancak o günden sonra çocukların yüzünden köyde herkes düşman oldu bana. Baş kışkırtıcılar papazla okulun öğretmeniydi. Çocuklara benimle sokakta karşılaşmayı bile yasaklamışlardı. Hatta bu görevi Şneyder kendi üzerine almıştı. Ama biz yine de görüşüyorduk. Uzaktan işaretle anlaşıyorduk. Küçücük pusulalar yolluyorlardı bana. Bir süre sonra her şey yoluna girdi. Ama yasak sürerken de durum çok iyiydi: O zaman çocuklarla daha yakındık. Köydeki son yılımda Tibo ile de, papazla da neredeyse barışmıştık. Oysa Şneyder çocuklar konusunda zararlı "sistem"imi uzun uzun anlatmaya çalıştı bana, benimle tartıştı. Ne sistemiydi benimki! Sonunda çok tuhaf bir düşüncesini açıkladı bana Şneyder... (Tam köyden ayrılacağım sıradaydı) Benim bir çocuk, gerçekten bir çocuk olduğumdan artık kuşkusu kalmadığını; görünüşümle yetişkin, kişilik yönünden de, ruhsal yönden de, hatta akıl yönünden de gelişmiş birine benzesem bile hiç de yetişkin biri olmadığımı, altmış yaşına kadar yaşasam, yine çocuk kalacağımı söyledi. Çok güldüm onun bu söylediklerine: Yanılıyordu kuşkusuz. Öyle ya, nerem çocuktu benim? Ama bir konuda haklıydı Şneyder: Gerçekten de yetişkinlerle, insanlarla, büyüklerle bir arada olmayı sevmiyordum. Uzun zaman önce fark etmiştim bunu. Sevmiyordum, çünkü beceremiyordum onlarla bir arada olmayı. Benimle ne konuşurlarsa konuşsunlar, bana ne kadar iyi davranırlarsa davransınlar yine de nedense sıkılıyordum onların yanında. Arkadaşlarımın yanına gidebileceğim zaman çok mutlu oluyordum. Arkadaşlarım ise hep çocuklardı... Ama ben de bir çocuk olduğum için değil, beni onlara çeken bir şey vardı... Köyde ilk günlerimde (içimdeki kasvetten tek başıma dağlara çıktığım zamanlar) köyün sokaklarında boş boş dolaşırken bazı günler, özellikle gün ortasında bağrışarak, ellerinde küçük torbalarıyla, yazı tahtalarıyla çığlıklar atarak, gülüşerek, oynayarak okuldan boşalan öğrencilerle karşılaşıyordum, birden içim ısınıyordu, bir şey çekiyordu beni onlara... Nedenini bilmiyorum, ama onlarla her karşılaştığımda güçlü, hoş bir duygu doluyordu içime. Durup o küçük, kıpır kıpır ayakları, hep birlikte koşan kızlı erkekli çocukları, onların kahkahalarını, gözyaşlarını (çünkü çoğu okul çıkışı koşarak eve gidene kadar kavga etmeyi, ağlamayı, tekrar barışıp oynamaya başlamayı başarmış oluyorlardı) izlerken bütün sıkıntımı unutuyordum. Daha sonra, orada kaldığım üç yıl süresince, insanların nasıl ve neden üzüldüklerini hiç anlayamaz oldum. Her şeyim çocuklardı artık. O köyden ayrılmayı hiç istemiyordum. Bir gün Rusya'ya döneceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hep orada yaşayacağım sanıyordum. Ama sonunda Şneyder'in artık geçimimi sağlayamayacağını anladım. Öte yandan burada herhalde önemli bir gelişme olmuş ve Şneyder benim adıma buraya cevap vermişti, Rusya'ya dönmem için beni sıkıştırıyordu. Şimdi de bu olayla ilgilenecek, birileriyle görüşecek, tavsiye alacağım. Belki de bütün kaderim değişecek, ama bu o kadar önemli değil. Önemli olan, bütün yaşamımın değişmiş olması. Çok şeyimi bıraktım orada, çok şeyimi... Her şey yok oldu. Trende gelirken şöyle düşünüyordum: "Şimdi insanların yanına gidiyorum: Belki de farkında değilim, ama yeni bir hayat başlıyor benim için." Yapmam gerekeni dürüstçe ve sağlam yapmaya kararlıydım. İnsanlar arasında belki sıkılacak, zorluklarla karşılaşacaktım. İlk olarak herkese karşı kibar ve içten olmaya karar vermiştim. Fazlasını da kimse isteyemezdi benden. Belki burada da çocuk sayacaklardı beni... Olsun varsın! Herkes nedense bir budala olduğumu düşünüyor. Evet, bir zamanlar çok hastaydım, bir budaladan farksızdım. Peki ama, şimdi, herkesin beni budala olarak gördüğünün farkındaysam nasıl bir budala olabilirim? Bir yere girerken hep şöyle düşünüyorum: "İçeride bir budala olduğumu sanacaklar, ama akıllıyım ben, bunu anlayamayacaklar..." Sık sık böyle düşündüğüm oluyor. Berlin'deyken küçük birkaç mektup aldım köyden. Hemen arkamdan yazmışlardı bu mektupları. O anda anladım onları ne çok sevdiğimi... Alınan ilk mektup her zaman sarsar insanı! Beni yolcu ederlerken de ne üzgündüler! Bir ay öncesinden başlamışlardı "Léon s'en va, Léon s'en va pour toujours!"demeye. Önceleri olduğu gibi her akşam çağlayanda toplanıyor, hep nasıl ayrılacağımızı konuşuyorduk. Kimi zaman, yine önceleri olduğu gibi neşelendiğimiz oluyordu. Ancak gece dağılırken, daha önce hiç olmadığı kadar sıkıca, heyecanla sarılıyorduk birbirimize. Bazıları sırf yanımızda kimse olmadan bana sarılmak, beni öpmek için ötekilerden gizli, tek başlarına geliyorlardı. Yola çıkacağım gün hepsi birlikte tren istasyonuna götürdü beni. Tren istasyonu bizim köye yaklaşık bir versta uzaktaydı. Ağlamamak için zor tutuyorlardı kendilerini. Ama çoğu, özellikle kızlar tutamıyorlardı kendilerini, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Geç kalmamak için acele ediyorduk. Oysa bazı çocuklar yolun ortasında birden üzerime atılıp incecik kollarını boynuma doluyor, yüzümü gözümü öpüyor, sırf bunun için hepimizi durduruyorlardı. Acele ediyorduysak da, durup onların benimle vedalaşmasını beklemek zorunda kalıyorduk. Trene bindim, tren hareket edince hep bir ağızdan "Hurra!" diye bağırmaya başladılar ve gözden kayboluncaya kadar da oldukları yerden kıpırdamadılar, trenin arkasından baktılar. Ben de onlara bakıyordum... İnanın, demin yanınıza girip de sizlerin sevimli yüzlerinize bakınca (artık insanların yüzüne çok dikkat ediyorum), ilk sözcüklerinizi duyunca o günden bu yana ilk kez yüreğimde bir hafiflik, sıcaklık hissettim. Buraya geldim geleli mutlu insanlardan olduğumu düşünüyorum: Hemen sevebileceğiniz insanlarla pek sık karşılaşamazsınız. Oysa ben trenden iner inmez karşılaştım sizlerle. İnsanın her önüne gelene duygularından söz etmesinin utanılacak bir şey olduğunu bilmez değilim, ama bakın, ben duygularımdan söz ediyorum size ve hiç de utanmıyorum. İnsanlara yakın olamayan biriyim ben, belki uzun süre de bir daha uğramayacağım size. Ama bu sözümü kötüye yormayın lütfen. Size değer vermediğim için söylemedim bunu, herhangi bir nedenle size gücendiğimi de düşünmeyin. Demin yüzleriniz konusunda düşüncemi, yüzlerinizde neler fark ettiğimi sordunuz. Büyük bir zevkle anlatacağım size bunu. Sizin, Adelaida İvanovna, mutluluk okunan bir yüzünüz var, üçünüzün içinde en sempatik yüz sizinki. Ayrıca çok da güzelsiniz. Size bakarken şöyle geçiriyor içinden insan: "İyi yürekli bir kız kardeş yüzü var onda!" İnsanlara karşı sade ve neşelisiniz, öte yandan karşınızdakinin yüreğini de okuyabiliyorsunuz. Yüzünüzü böyle görüyorum işte. Aleksandra İvanovna, sizin yüzünüz de harika, çok sevimli, ama sanırım gizli bir hüznünüz var sizin; hiç kuşku yok ki yüreğiniz çok iyi, çok temiz, ama neşeli değilsiniz. Yüzünüzde Holbein'in Dresden'deki Madonna'sının yüzündekini andıran bir gölge var. Yüzünüzle ilgili yalnızca bunu söyleyebilirim. Nasıl, doğru mu anlamışım? Sanırım siz de benim gibi düşünüyorsunuz... Sizin yüzünüze gelince Lizaveta Prokofyevna (birden kızların annesine dönmüştü), yüzünüzle ilgili, yalnızca "şöyle düşüyorum" demeyeceğim, "kesinlikle eminim" diyeceğim, bu yaşınıza karşın tam bir çocuksunuz siz Lizaveta Prokofyevna. Hem her bakımdan iyi ve her bakımdan kötü... Ama böyle söylediğim için gücenmeyin bana. Öyle ya, benim kimleri çocuk saydığımı biliyorsunuz. Yüzlerinizle ilgili bütün bunları şu anda saflığımdan açık açık söylediğimi düşünmeyin. Yo, hayır, hiç de öyle değil! Belki benim de bir düşündüğüm vardır...  

BudalaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin