7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler

269 32 422
                                    

Bölüme başlamadan önce şunu da belirtmem gerek: Bu kitap sadece bir kişinin ön planda olduğu bir kitap değil, ben bir aileyi yazıyorum ve tayfadaki diğer kişiler de arka planda kalmayacak. Bu bölüm oldukça derinlemesine, o yüzden söyleyeyim dedim

İyi okumalar görüşlerinizi belirtmeyi unutmayın kafanızı kırarım🖤🖤🖤

🥂

Soner Avcu - Neye Yarar
Seksendört - Anlayamazsın

7. Bölüm: Gidenler ve Kaybedenler

Her insan için biri vardır, ne kadar sırtını dönerse dönsün, ne kadar giderse gitsin, o limanda, uçurtma uçurulan o tepede ne kadar bekletirse bekletsin hep hayaliyle yaşadığı. Doğamız böyle, kafamızda birinin hayaliyle yaşayıp, hayalini kurduğumuz kişiyi kafatasımızın içindeki dört duvarlı koca dünyada yaşatmaya meraklıyız. Oysa gitmiştir mesela, ya da belki de hiç gelmemiştir bile, ayakları bize çıkan yolları şehrin haritasından silmiştir ama bir gün kalbin atmayı bitirip zihninde onu yaşattığın delik kapanana kadar orada kalacaktır ve sen onu beklemek zorundasındır. Bu, benliğinin omuzlarına bıraktığı bir yük paltosudur. 

Tanrı inancı. Evet, bana insanlardaki Tanrı inancının bendeki nedenini sorsalardı kesinlikle bunu anlatırdım çünkü küçük bir çocukken onlara anlatılan buydu: Duâ et, Tanrı senin açtığın küçük avuçlarını görecek ve ne yaparsan yap seni her zaman bağışlayacak. Kırdığı vazo yüzünden Tanrı’dan özür dileyen küçük çocuklara kırdıkları kalpler yüzünden insanlardan özür dilemeyi öğretmek hayli zor olsa gerek.

Tanrım, annemdi. Küçük bir çocukken onu hiç görmemiştim, tıpkı Tanrılar gibi görünmezdi ama her nedense attığım her adımın sonunda onu bulacağıma dair umudu hiç kaybetmezdim. Hatta ona yazdığım mektupları topladığım bir defterim bile vardı, arasında bulduğum tek fotoğrafı saklıydı falan. Ama bir gün onu bulup parmak boğumlarımı onun kapısında çürüttüğümde beni kabul etmeyeceğini hiç düşünmemiştim. Tanrılara olan inancım, anneme olan inancımla birlikte, o kapıda bitti. Ama eğer bitmeseydi ve ben bir Tanrıyı kafamda yaşatmaya devam etseydim bile beni seveceğini pek sanmıyorum.

Elimdeki yüzeyi yıpranan defterin içi, bir zamanlar onun hayaliyle mutlu olan çocuğun kelimeleriyle doluydu ve fotoğrafı hâlâ orada duruyordu. Çok garipti, yalnızca birkaç dakika öncesine kadar bu defterin varlığını bile unuttuğumu zannediyordum ama yok olmamış bir şeyin varlığını unutmak sanırım imkânsızdı. Ah, sanırım unuttum... Olayları en başından anlatmayı.

Ayının Sıtkı’yı yediği gece ilk olarak yaptığımız ilk şey cırıltılar eşliğinde tüm kapıları pencereleri kapatıp mal gibi birbirimizin suratını izlemek oldu. Sonrasında hâlâ ıslak olan koltuklara oturamadığımızdan -Murat orospusunun kulakları çınlasın- yerde bir daire oluşturarak oturmuş ve şimdi ne yapacağımızı düşünmeye başlamıştık. Sıtkı ölmüştü, o öldüyse kimse bizi siklemezdi bile çünkü karşılığında alacakları bir para yoktu ve kimsenin onu kara kaşına kara gözüne kurtaracağını sanmıyordum. Biz de o gecenin sabahı Eskişehir’e geri dönmüştük işte.

Şimdi elimde olan bu defteri bulmamı sağlayan kişi de Nesil’di. Telefonla konuşuyordu ve karşı tarafın söylediği bir şeyi not alması gerekiyordu, çekmeceleri karıştırırken bu defteri bulmuş ve bana getirmişti. Onun için sadece dolu olduğunu fark ettiği için hiç açmadığı herhangi bir defterken, benim için çocukluğumdu ve kapağına bakmak bile inanılmaz bir acı veriyordu.

"Belki de artık bu yükten kurtulmam gerekiyordur," diye mırıldandım dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirerek ve defteri daha sıkı kavrayıp içki mataramı kaptığım gibi kendimi dışarı attım.

Küçük Mucizeler Müzesi Where stories live. Discover now