8-Masal

7 1 0
                                    

ADRİAN

Benjamin aileme dair sayısız saçmalığa katlanmıştı ancak ona az önce anlattığım şeyler aralarından açık ara en beklenmedik olanıydı. Tabii ona son birkaç haftada olanlarla ilgili her şeyi anlatmamıştım. İçinde ölüm geçen bazı detayları atlamış ve yaşanan karmaşayı genel hatlarıyla anlamasını sağlamıştım.

O karşımda, iki eli şakaklarında duyduğu şeyleri kavramaya çalışırken bakışlarımı ondan ayırmadım. Bir kez olsun onun da tökezlediğini görmek rahatlatıcıydı. Her durumu inanılmaz bir sakinlikle karşılaması bazen ürkütücü olabiliyordu.

"Yani Hans'tan nefret etmiyor musun artık? Sonuçta ortada bir sebep yok, değil mi?"

Gözlerimi ona diktim. Benjamin beni gerçekten iyi tanıyordu, sorduğu soruyla hedefi tam on ikiden vurmuştu. Bu benim de saatlerdir kendime sorduğum soruydu. "Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Yıllardır hissettiğim bir şeyi bir anda silemem, bunları bizim için yapmış olsa bile."

"Peki Hazel? Seni açık açık kullanmış. Hem de abinle yüzleşebilmek için."

Benjamin'in ağzından dökülen -yarım da olsa- gerçeğin çıplaklığı beni hazırlıksız yakaladı. Ancak o gün öğrendiğim bir şey varsa o da hiçbir gerçeğin siyah beyazdan ibaret olmadığıydı. "Bilmiyorum," dedim yine. "Hans'ın da Hazel'in de yaptıkları aynı kapıya çıkıyor." Tabii o, Hazel'in babasının tutuklandığını sanıyordu. "Sen öyle bir duruma düşseydin ne yapardın?" diye sordum.

Benjamin omuz silkti. "Sanırım bu içine düşmediğin sürece tepkini kestiremeyeceğin durumlardan. Onları haklı bulup bulmamamız önemli değil çünkü bunu yaşayan biz değiliz."

Başımı sallarken parmaklarımın uçlarıyla eldivenin bilek kısmını çekiştirdim. Bu ufak hareket gergin anlarda her şeyin yerli yerinde, zırhımın üzerimde olduğunu hatırlatırdı. Kimse bu kalkanın ardındaki yaraları göremez, arkada saklanan çaresiz çocuğa erişemezdi. Bu illüzyon üzerimdeyken ben ulaşılmaz, gerçekliği lehine göre domine eden Adrian Gruber'dım. Bazen, bu sahte yansımaya neredeyse ben bile inanıyordum.

Neredeyse.

Hiçbir aldatmaca yüzeyin altında, derinlerde gizlenen aciz çocuğu bana unutturamazdı.

Odağımın sol elime kaydığını fark eden Benjamin, "Elin nasıl?" diye sordu.

Elimin üzerindeki yaralar uzun zaman önce iyileşse de hala kemik ağrılarım oluyordu. Böyle zamanlarda -üzerinden yıllar geçse de güçsüzlüğümün bana kendini hafif bir sızı ile hatırlattığı zamanlarda- elimi kesip atasım gelirdi. "Bir süredir ağrım yok," dediğimde bu farkındalığa kendim de şaşırdım. Özellikle Bağdat ve Hazel'le alakalı bütün bu çılgınlıklardan beri elimin sızıları gitgide azalır olmuştu.

Belki de ben unutuyordum. Hazel yanımdayken her şeyi bir kenara atmak, güçlü Adrian Gruber'mış gibi yapmak kolaydı. Hazel'in delici, yabani bakışlarında beni tetikte tutan bir şey vardı. Rahatsız edici bir şey değil de bütün duyularımı uyaran bir farkındalık...

Hazel'le iken, bütün odağımı ona toplamışken, kendimi uyanık, farkında ve bir şekilde güvende hissediyordum. Ona attığım her adımda bana başı dik bir biçimde, acımasızca karşılık verişinde bir özgürlük vardı.

Hazel'in içinde bir dürüst ateş vardı.

Ve her ne kadar bana söylediği tonla yalan olsa da, Hazel'in gözlerinden fışkıran kıvılcımlarda sadece gerçek vardı.

Bir insana bu kadar kısa sürede dilimin ucuna kadar gelen güçlü hisleri beslemek mümkün müydü? Tabii, o Bağdat'tan beri aklımdan çıkmamıştı. Üzerinden geçen zamana rağmen anılar hala tazeydi. Sanki gözlerimi kapatsam kendimi yine o tatlı gecede bulacak, yaşamı ruhuma ilmek ilmek işler gibi içime bir sıcaklık yayan dudaklar yeniden benimkileri bulacaktı. Sanki elimi uzatsam yine onun vücudunun kıvrımlarını bulacak, yüzüme düşen saç tutamlarının yumuşaklığını hissedecektim.

O gece küçükken annemin, Cassandra ve bana anlattığı peri masalları gibiydi.

Ve tıpkı bütün masallar gibi bu hülya da elbet sona ermişti. Bizi bekleyen şeylerin o masallara benzer tek bir yanı dahi yoktu.

Viyana'nın FısıltılarıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin