22-Sima

2 0 0
                                    

HAZEL

Üzerimi mahvetmiş isi silkmeye bile uğraşmadan kendimi odadan dışarı, malikanenin geniş koridorlarına attım. Acilen Lajos'u bulmam lazımdı. Acilen o adamın ölmesini engellemem lazımdı. Bu hastalıklı oyun için çoktan kan dökülmüştü ve ben tek bir insanın daha zarar görmesini istemiyordum.

Titrek ellerimle trabzanlardan destek alarak merdivenlerden yuvarlanmadan inmeyi başardım. Birbirine açılan iki geniş odanın ardındaki salonu göz ucuyla görebiliyordum. Bir elimi gerginlikten bulanmaya başlayan karnıma bastırdım adımlarımı yavaşlatarak bütün seslerin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladım. Şansıma herkes içerdeydi ve girişte hiç kimse yoktu. İlk kapı eşiğine ayak bastığım an güçlü kollar beni yana çekti ve kendimi odanın girişindeki dev dolabın arkasına saklanmış halde buldum.

Bir eliyle ağzımı kapatmış Lajos'la beraber.

Anında silkelenerek ağzımı kapattığı elinden kurtulmaya çalıştım ancak Lajos beni susturma konusunda kararlı görünüyordu. Gözlerinde telaş ve panik vardı. Belli ki beni gördüğüne şaşırmıştı ve sorun çıkarmamı istemiyordu.

Onun gibi cüsseli biri ile uğraşırken pis dövüşmek gerekiyordu, bunu artık öğrenmiştim. İçimde biriken panik ve öfkeyle beraber bu sefer Lajos'un elini ısırdım.

Ağzından bir küfür savurarak sonunda elini çekti. Gözlerimi ona dikerek, "Ne yapıyorsun sen?" diye tısladım.

Kaşları endişe ile çatılmıştı. "Asıl sen ne yapıyorsun burada? Hem üstüne ne oldu böyle?" diye karşılık verdi. Sesinde panik ve irritasyon vardı. "Çalışma odasına baktıktan sonra buradan sıvışman gerekiyordu," diye fısıldadı sinirden pörtlemiş gözlerle.

"Evet ama o zehrin aslında ne olduğunu öğrendiğimde doğaçlama yapmam gerekti," diye tersledim. "Uyarı falan değilmiş! Öldürücüymüş."

Kaşları çatılan Lajos'un dudakları ince bir çizgi halini aldı. Dudağını yarıp geçen ince yara izi bu hareketiyle hafifçe içeri kıvrıldı.

Ağzım şaşkınlıkla aralandı ve midemi alt üst eden panik nefesimi kesti. "Biliyor muydun?" dedim neredeyse ağlamaklı bir sesle. "Bilmediğini söyle!"

Lajos eliyle burnunun kemerini ovaladı. "Tahmin ediyordum," diye homurdandı.

"Neden bir şey söylemedin!" diye çıkıştım bu sefer. Bir adamın canını alacaktı, nasıl bu kadar rahat davranıyor olabilirdi?

Lajos gözlerini kaçırdı. "Çünkü bir şey fark etmezdi." Kaşlarım çatıldı. Lajos'un yüzünde gördüğüm şey çaresizlikti ve bu ifadeyi onun yüzünde görmek fazla yeniydi. Bunca şey yaşadıktan, Yakut adına onca şey yaptıktan sonra korkusuz olduğunu düşünmek kolaydı. Ancak şu anki gergin omuzları ve endişeli bakışları bana aksini söylüyordu.

O an fark ettim, Lajos her ne kadar bizi -ve belki de kendini- kalpsiz ve yıkılmaz bir adam olduğuna inandırmaya çalışsa da aslında vicdanlı biriydi. Ve Yakut'un hizmetinde geçirdiği onca yıl ona işkence etmiş gibi görünüyordu. Ne duruma düşmüştü de kendini onun emrinde bulmuştu?

Yumruklarını sıktı. "Yakut'un burada kesinlikle adamları vardır. Eğer iş istediği gibi gitmezse onlara bir faydam olmaz. Sonra ne olur biliyor musun?"

Uzun bir sessizlik aramızda söylenmemiş bütün sözlere tercüme oldu. Yutkundum. O an Lajos'un gözlerinde çaresizlik, bıkkınlık ve ölümü görüyordum. Kendi canı için başkalarını öldürmek zorunda kalmış, girdiği çukurdan çıkamamış birini. O ana kadar her adımda onun hareketlerinden ilk şüphe duyan kişi ben olsam da o an Hans'ın neden ona bu kadar kolay güvendiğini anlamıştım.

Çünkü o da çaresizdi. Tıpkı bizim gibi. Bu oyuna mecbur olduğu için girmişti ve şimdi ilk çıkış şansı bizdik. Ve o, bu şans için hayatını tehlikeye atıyordu.

"Zehri..." Kelimeler ağzımdan çıkarken sanki boğazımı yakıyor, geriye ekşimsi birer tat bırakıyordu. "Zehri damlattın mı?"

Lajos başını sallamakla yetindi. Her ne kadar normalmiş gibi göstermeye çalışsa da bunun onun için aslında ne kadar zor olduğunu şimdi görüyordum.

"Peki neden çıkmadın?" diye sordum sesim iyicde kısılırken.

Hafifçe omuzlarını dikleştirdi. "Birilerinin onları zehirleme ihitmaline karşı ufak dozlarda günbegün zehir içip bağışıklık kazanan adamlarla karşılaşmışlığım var. İşimi garantiye almak zorundayım."

Her ne kadar duyduklarım beni dehşet içinde bıraksa da o an ne yapmam gerektiğini biliyordum. Üzeri isten kapkara olmuş hizmetçi önlüğünden hızlıca kurtulup altındaki tozlu gömleği düzelttim. Çok geç kalmış olabilirdim, ancak ne olursa olsun denemem gerekiyordu. Ev sahibine varmadan önce o puroya ulaşmam gerekiyordu. Çünkü Yakut'un döktüğü kanların sonu gelmeliydi. Ve o sonu getirecek kişi olmak bu hayatta yapabileceğim en şerefli şey olurdu.

Lajos ne olduğunu anlamadan saklandığımız yerden fırladım ve ziyaretçilerle tıklım tıklım dolu olan yemek salonuna girdim.

Yapacağım şey basitti, araya karış, puroların olduğu tepsiyi kap ve ortadan kaybol. Ben de kalabalığın arasına karışıp salonun ortasındaki büyük masaya doğru adım adım ilerledim. Gözlerim üzerinde ikram edilecek puroların dizili olduğu tepsiyi aradı ancak masada öyle bir şey görünmüyordu.

Gümüş tepsiye dizili puroları gördüğümde ise kalbim tekledi.

Çünkü purolar çoktan servis edilmiş, bir tanesi ise çoktan ev sahibinin kalın parmakları arasında yerini almıştı.

Birinin ona seslenmesiyle adının Johnson olduğunu öğrendiğim ev sahibi kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Kuzgun karası dalgalı saçları omuz hizzasındaydı. Bir elinde şampanya kadehi, diğer elinde keyifle içilmeyi bekleyen yakılmış purosu ile davetlilere gülücükler saçıyor, kahkahalar attığında tüm vücudu sarsılıyordu.

Ona ulaşmaya, önümü kapatan ezici kalabalığı yarmaya uğraşsam da nafileydi. Ben nefes nefese kalmış, onu görmek için parmak uçlarımdayken Johnson kısa parmakları arasındaki purodan derin bir nefes çekti.

"Sağlığımıza dostlarım!" dedi kahkahaları arasında kadehini havaya kaldırırken. Tüm davetliler onun dediğini tekrarlayıp şerefine kadeh kaldırdılar.

Sonrasında, zehrin etkisiyle kaskatı kesilip kendi nefesinde boğulurken yaşaran gözlerimi ondan ayıramadım. Yere yıkılırken gözleri açıktı.

Johnson, ölmüştü. Dahası, öldürülmüştü. Yakut yüzünden, ve bizim tarafımızdan.

O ana kadar, bize neler yapmış olursa olsun Yakut sadece hayalimdeki bir surattan, bana arada sinsice fısıldayan aklımdaki bir sesten ibaretti.

Ancak artık Yakut'un bir siması vardı. Johnson'ın tam boğulmadan evvel, öleceğini anladığı andaki yüz ifadesi... Korku, dehşet ve ıstırap...

Bu iş artık kişisel bir intikamdan daha öteydi. Yere dökülmüş tıpkı Johnson'ınki ya da Metias'ınki gibi onlarca kan vardı ve hiçbirinin hesabı sorulmamıştı. Artık bütün şüphelerimi, kendime dair bütün içsel çatışmalarımı bir kenara koyma ve zırhımı kuşanma vaktiydi.

Lajos'un yanına geri giderken yanaklarımdan süzülen gözyaşlarını sert bir hareketle sildim.

Savaş daha yeni başlıyordu.

Viyana'nın FısıltılarıWhere stories live. Discover now