26-Düğüm

1 0 0
                                    

HAZEL

İçimde bir türlü görmezden gelemediğim, midemi delip geçen ve tüylerimi diken diken eden bir his vardı. Ne yanımdaki Adrian'ın varlığı, ne de kendi çabalarım bu gerginliği alabiliyor, bir türlü gideremediğim endişeler aklımı toparlamamı tamamen önlüyordu.

Tabii bu his yaşanacak şeylerle mi yoksa çoktan yaşanmış şeylerle mi ilgili çözemiyordum. Tüm dünyamı alt üst eden gerçekleri burada, Hans'tan öğreneli kaç gün olmuştu daha sonuçta? Belki hala üst üste yaşanan onca olayın etkisinden çıkamamıştım?

Hans'tan ölümüne nefret eden, Adrian'la bir daha asla görüşmeyeceğini ve babasını kurtaramadığı için kendinden tiksinen Hazel sanki köşe başında bekliyor gibiydi. Şu an yapmakta olduğum şeyler o zamanlarki halime o kadar tersti ki kalbimi endişeyle çarpıtan şüpheler de bana, Ne yaptığını sanıyorsun sen? O adam babanı öldürdü, diye fısıldıyordu. Bir zamanlar olduğum kişi can çekişerek yeniden gün yüzüne çıkmaya çalışıyordu.

Ama buna izin veremezdim, o Hazel zayıftı, kandırılmış ve sonunda benliğine dair her şeyi ölüme teslim etmişti. Bir daha o kız olmayacaktım, sonuçta onu kendi ellerimle öldürmüştüm.

Hans'a güvenmemek için tek bir sebebim olmadığını biliyordum, kendini bana sayısız kere kanıtlamıştı ve Adrian da ona güveniyor gibiydi. Hatta içten içe onun samimiyetine yakın hissettiğimi bile biliyordum. Ancak bu beni her şeyden çok korkutuyordu. Kendi, öz, babama da güvenmemek için tek bir sebebim yoktu bir zamanlar. Ve ona dair hiçbir şeyi sorgulamamak beni öylesine mahvetmişti ki, artık kendimden bile şüphe duyar olmuştum.

Lajos sonunda iki kat yukarıdaki pencereye kadar ulaşıp arşivlerin olduğu odaya kendini attı ve oradan her şeyin yolunda olduğuna dair bir el hareketi yaptı. Arkamdan bana dikkatli olmamı tembihleyen Adrian'a başımı salladım ve derin bir nefes alıp binanın doğu cephesini çevreleyen sarmaşığa yürüdüm.

Elime geçirdiğim kalın eldivenler şimdiden elimi terletmeye başlamıştı. Kalın bir dal bulup sımsıkı tutundum. Elimin altında dikenleri hissedebiliyordum, ancak ne kadar sıksam da hiçbiri eldiveni yarmıyordu. Üzerindeki kalın, derimsi tabaka sert ve koruyucuydu. Bunun verdiği güvenle beraber diğer elimle de bir dalı kavradım ve ayaklarımı yerden hafif yukarı olacak şekilde yerleştirdim. Lajos'un hareketlerini birebir takip ederek ayaklarımı bulduğum boşluklara yerleştirip tüm bedenimle sarmaşığa bıraktım. Yaşlı bitkinin kalın gövdesi gerçekten de güçlü görünüyordu. Bir elimle yukarı bir sarmaşığa uzanıp ağırlığımı yavaşça o elime vererek dalı test ettim. Sonra da eş zamanlı olarak bir ayağımı yukarı çıkardım. Bileklerim de kollarıma yüklenmeme rağmen sızlamıyor, yaralarımın acısı kendini eskisi kadar belli etmiyordu. Hayalet gibi geçirdiğim birkaç günden sonra gücümü kaybetmediğimi ve zorlanmadan bedenimi eskisi gibi kullanabildiğimde içime bir rahatlık çöktü. Demek ki beni güçten düşünmek için biraz kan kaybından daha fazlası gerekiyordu.

Bu döngüyü tekrar ederek, göz açıp kapayıncaya kadar pencereye ulaştım. Lajos beni kolumdan tutarak pencerenin önündeki kanepeye çıkarırken dolaplar, raflar, sandıklar ve asılı objelerden oluşan Greenberg Arşivlerine göz gezdirdim. Geniş oda cephesinden dolayı epey güneş alıyordu ve duvardaki resimlerin üzeri güneşten sararmasın diye örtülmüştü.

İçeride gerçekten yıllardır korunmuş onca şeyin ağırlığı odanın havasında hissediliyor, tozlu raflar sanki kendi aralarında bizi fısıldaşıyordu. Midemdeki bulantı bu ortamın ağırlığı ile artarken titrek bir nefes aldım.

Lajos kollarını göğsünde birleştirdi. "Epey kasvetli, değil mi?"

Omuz silktim. "Eh, namını taşıyor."

Viyana'nın FısıltılarıWhere stories live. Discover now