(16) On Bir Milyonluk Öpücük.

334K 20K 39.3K
                                    

"Kanatların kırık ama sen hâlâ uçmaya çalışıyorsun. Bir merhem yok ama bir düşüş kaçınılmaz."

Odamın balkonuna kendim için küçük bir çilingir masası kurarak içiyordum. Görünürde tek başıma içiyordum ama yalnız değildim. Gökyüzünün simsiyah bağrından beni uzaklaştıran tek şey balkonun ışıklarıydı. Tam karşımda yakında boşayacağım kocamın oteli duruyordu ve ikinci katta tıpkı benim gibi balkonda tek başına içen bir kadın vardı. Alt katlar tamamen eğlence aktiviteleriyle dolu olduğu için kaldığım otelde oda numaraları ikinci katta başlıyordu. Bu yüzden on üç numaralı odada olmama rağmen ikinci katta kalıyordum. Karun'un otelinde de aynı sistem var mı, bilmiyorum ama tam karşımdaki odada da bu saatte içen biri vardı. Balkonun şeffaf camları ikimizin de ne yaptığını karşımızdakine gösteriyordu. Ben muhtemelen beni çok kötü çarpacak içkilerden biri olan brendi içiyordum. O ise çoğunlukla erkeklerin parmaklarında güzel duran rakı. Bu uzaklıkta bile bardağındaki kireç beyazlığındaki içkiden bunu anlıyordum. Babamın çoğunlukta içtiği bir içkiyi karşı balkondaki bir kadın tek başına içiyordu.

Hava karanlıktı ve onun balkonundaki ışık daha kısıktı. Bu yüzden yüzünü çok iyi göremiyorum ama gece rüzgârının dağıttığı saçlarının rengini seçebiliyorum. Siyahtı. Farkında değildi ama bu gece içerken bana eşlik ediyordu. Yolun karşısındaki balkonda oturan yabancı bir kadını bu gece dertlerime ortak kılmıştım.

Yoldan geçen arabaların çıkardığı korna sesleri suskunluğumu yarıp geçiyor, zihnimdeki siren sesleriyle örtüşüyordu. Masadaki telefonda çalan Fikrimin İnce Gülü şarkısı sustukça yeniden başa sarıp çalıyordu. Arayan kişi telefonun sahibinden bir ses duymak ister gibi tekrar ve tekrar arıyordu. Arayan kişi iflah olmaz bir deliydi.

Evet, arayan kişi bendim ve evet, telefonumu kulağıma tutuyordum. Bir kulağımda açılmayan bir telefonun çıkardığı bilindik ses, diğer kulağımda Fikrimin İnce Gülü şarkısı.

Rüzgârın nemli havayla karıştığı kuru ayazı içime çekip, "Olmuyor Begüm Hanım," dedim sitemli bir iç çekişle. Masada ışığı yanan annemin telefonuna bakıp, "Bu yaptığın hiç olmuyor," dedim. Telefonu açmana o kadar hasretim ki.

Kalbimin odacıklarına ılık ılık aktı kaybımın yası, gözlerim bir kez daha doldu. Uzanıp tek bir düğmeyle annemin telefonundan çağrıma cevap verdim. "Merhaba anne," derken sessim her zamankinden daha cılız ve zayıftı.

"İki hafta sonra kızın yirmi altı olacak," diyerek güldüm. "Yirmi yediyi görüp görmeyeceğim bile meçhul."

Annemin açmadığı telefon yüzünden sağ kolum uyuştuğu için telefonu sol koluma aldım. Sağ elimi masanın üstüne koyarak kolumu dinlendirmeye başladım. "Şimdilerde seni çok özlüyorum," diye mırıldandım içimi burkan bir acıyla. "Seninleyken her şey fazla kolaydı." Hayatımdaki tüm zorlukları benim için kolaylaştıracak sihirli bir yanı yok değildi.

"Babam bilmiyor, ona söylemedim, Gazel'de söylemedi." Rüzgâr fısıltımı babamın kulağına götürecekmiş gibi korkuyordum. "Öğrenecek diye hep korktum ama hiç öğrenmedi," dediğimde gözlerimden dudaklarıma süzülen tuzlu gözyaşının tadını alıyordum. "Katilini doğurduğunu hiç bilmedi."

Annemin beni affetmesine ihtiyacım vardı. Sanki yaptığım şeyin bir affı varmış gibi...

"Doğum günüm yaklaşıyor ama mutlu değilim," dedim kederli bir sesle. "Sekizinci yaş günümde bir patlamayla tüm arkadaşlarımı katlettim. On üçüncü yaş günümde ise seni." Ağlamaklı gözlerle masadaki telefona bakarken, "Peki, yirmi altıncı yaş günümde kimlerin kanına gireceğim?" dedim korkuyla. Bu seferki 13 Haziran benden kimleri alacaktı ya da kimlerden beni?

SAKA VE SANRIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin