trente deux

2.2K 160 164
                                    

Alparslan'ın hayatı genelde hızlı ilerlerdi. Her şeyi seri bir şekilde halleder, zaman kaybını sevmezdi.

Ama tam şu an hayatı onun inadına yaparcasına ağır çekimde gibiydi.

Buğra'nın otobüsünün peronuna doğru koşarken bir türlü bitmeyen yola küfürler ediyordu. Sanki o koştukça yol daha da uzuyor sevgilisine ulaşmasına engel oluyordu. Ciğerlerinde oksijen kalmadığında ellerini dizlerine dayayıp yere doğru eğilerek soluklanmaya çalıştı.
Şu an nefes almak bile zaman kaybı gibi hissettiriyordu. Çünkü asıl nefesi Buğra'ya kavuştuğu zaman alacağını biliyordu. Koşmaya devam etmek için kafasını kaldırdığında kulaklarının uğuldadığını hissetti. Gözleri aynı yere kitlenmiş bir şekilde bakarken o an nefes almayı dahi unutmuştu.

Oradaydı.

En sevdiği renkte almış olduğu mor bavulunu kenara koymuş, sırtını duvara yaslamış, elinde tuttuğu sırt çantasıyla meraklı ve ürkek gözlerle etrafına bakınıyordu. Sabah rüzgarı sarı ve dalgalı saçlarına doğru vuruyor, onları karıştırmak suretiyle üzerlerine çarpıyordu.

Alparslan, nefesinin kesildiğini hissetti. Peri masalından fırlamış bir prens gibi görünüyordu. Güzelliği öyle büyülüyordu ki geri kalan tüm insanlar kaybolmuştu, gözü bir tek sevgilisini görüyordu şimdi. Yanına gitmek için hareketlendiğinde Buğra'nın etrafı  turlayan yeşil gözleri kendi elalarıyla buluştu. O an sevgilisinin yüzünde en net seçtiği ifade saf bir şaşkınlık daha sonra ise gözlerine kadar ulaşan kocaman bir gülümsemeydi. Elindeki sırt çantasını yere fırlatırcasına atıp kendisine doğru koştuğunda yarı yolda karşıladı onu. Elleri sanki onun vücudunu daha önceden tanıyormuş gibi direk beline yerleşirken sıkıca sarmaladı küçük bedenini. Buğra da kollarını boynuna sardı hemen. İşte şimdi kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarparken nefes aldığını hissedebiliyordu.

Elini her zaman dokunmak için parmak uçlarının karıncalandığı sarı tutamlara çıkardı. Saçlarını yavaş yavaş okşarken kafasını sevgilisinin boynuna gömdü.  Ferah kokusunu içine çekerken aklını kaçıracak gibi hissediyordu. Ne kadar süre öyle kaldılar bilmiyordu, heyecandan ellerinin altında kuş gibi titreyen bedeni kendisinden ayırıp ellerini yanaklarına çıkararak kafasını kendi göğsünden ayırdı. Boyu kendisinden biraz kısa olduğu için kafasını hafif kaldırarak gözlerinin içine bakıyordu dolu olduğu için parlayan yeşilleriyle.

"Buğram, hoşgeldin."

Sesinin duyulup duyulmadığından emin değildi. Heyecandan bayılmaması bile mucizeydi.

"Hoşbuldum." diyerek kafasını yere eğdi Buğra. Hem utanıyordu hem de yüzünü ele geçiren gülümsemesini bastıramıyordu. Kafasını yeniden Alparslan'ın göğsüne gömüp kollarını beline sardı bu sefer. Uzun zamandır kelimeleriyle, sesiyle kendisine sığınak olan adama şimdi gerçekten sığınıyor olmak yüzündeki gülümsemenin en büyük sebebiydi belki de.

Alparslan onun bu utangaç haline gülümseyip kendisine sığınmasına izin verdi bir süre. Göğsündeki hızlı kalp atışı kendisine mi ait yoksa Buğra'ya mı ait karar veremiyordu. Bu anı çok hayal etmişti. Ama şu an yaşadığı hayallerinden çok daha ötedeydi. Çok daha yoğun çok daha güzeldi.

Buğra'nın çenesine parmaklarını sarıp nazikçe kafasını kaldırdı yeniden. Gözlerini görmek istiyordu. Onu ilk gördüğü andan beri ormanın en derinliklerine hapsolmuş gibi hissettiği yeşiller hep gözünün önünde olsun, her zaman ona baksın istiyordu.

"Neden bana bakmıyorsun?"
Aslında sebebini biliyordu. Yine de utangaçlığını atması adına onu biraz zorlamaktan zarar gelmeyeceğini düşündü.

"Bayılacak gibi hissediyorum çünkü." diye mırıldandı Buğra utanarak. Üstelik hala suratına bakamıyordu. Telefonun karşısında durmadan kendisine laf yetiştiren çocuğun, yanında bu hale gelmesi güldürdü Alparslan'ı.

Jolie Laide (bxb)Where stories live. Discover now