Bölüm On Yedi

148 8 2
                                    

Hale Türker...

Odada son kez eşyalarımı topluyordum. Kitaplar, defterler, dosyalar, bir adet hırka ve çantamdan oluşuyordu bu dolap. Dosyalara göz attığımda elimde olmadan duygusallaşmıştım. Miniklerden bazılarının bana yapmış oldukları el işleri vardı. Ahım şahım bir güzellikleri olmasa da, bana göre bunlar güzel şeylerden daha anlamlı ve değerliydi.

Derin bir çektikten sonra boş ve artık bana ait olmayan dolabı kapadım. Eskiden büyükler, zamanın ne kadar çabuk geçtiğinden yakınırdı, bense neden yakındıklarını bile anlayamazdım. Bana göre zaman geçmek bilmezdi. Şu anda onları anlayabiliyordum. Yıllar geçtikçe, geçmek bilmeyen zaman, sanki kendisi de bu durumdan sıkılmış gibi hızlanmaya karar vermişti. Tam da yavaşlamasını istediğim sırada. O sırada Tamer'in sesini duyunca yerimden hafifçe sıçramıştım. Yavaşça dönüp ona baktığımda dolabın kenarında durmuş, yüzünde bir gülümseme ile bana bakıyordu.

"Ne öyle simsar gibi yaklaşıyorsun insanlara?" diye çıkıştım ona. O ise bu sözümü duyunca kahkaha atmaya başlamıştı. Ardından elindeki kitapları kendi dolabına koyduktan sonra, tekrar bana baktı.

"Bana hiç suç atma. Dalgınlığın benim problemim değil." dedi ellerini havaya kaldırarak. Korkmuş gibi yapsa da, gözlerinde benimle eğlendiğini belirten parıltıları görebiliyordum. Bu yüzden ona karşı gözlerimi devirdikten sonra hırkamı giyindim.

Yaz bitmişti. Havalar iyiden iyiye bozulmaya başlamıştı. Kısacası benim mevsimim gelmişti. Sonbahar... Benim gibi hüzünlü, benim gibi öfkesini, kinini saçmaktan çekinmeyendi sonbahar. Kayıplardı, başlangıçlardı, her şeyin daha da zorlaşacağının habercisiydi, mücadeleci ve bir o kadar da insanı sarıp sarmalayandı sonbahar. Bu yüzden çoğu insanın aksine seviyordum bu kıymeti anlaşılamayan mevsimi.

"Madem stajın bitti. Bunu akşam bir yerde kutlayalım. Ne dersin?" dedi Tamer gözlerime bakarak. İşin aslı annemlerle kutlayacaktık. Annem beni daha bu sabah aramış, işim bittiğinde Berra ablamlara gitmemi söylemişti. Hepimiz orada bir araya gelip, birlikte zaman geçirecektik.

"İşin aslı, annemler beraber kutlamamızı istemişti." dedim ben de mahcup bir şekilde. O ise bir an saçlarını kaşıdıktan sonra omuzlarını silkmişti.

"Peki o zaman."

"Ama yarın olur." dedim aceleyle. O anda sönen parıltıların yeniden geri döndüğünü gördüm gözlerinde.

"Peki o zaman. Yarın görüşürüz Hale." dedi ve odadan çıktı. Bense bir an durup, arkasından baktım bir süre.

Tamer, burada öğretmenlik yapıyordu. Uzun boyluydu ve ince bir yapısı vardı. Saçları ne yaparsa yapsın, her zaman dağınık oluyordu. Bir süre sonra o da saçlarıyla savaşmayı bırakmıştı zaten. Oldukça çocuksu bir suratı vardı. İlk bakışta onun yirmi dört yaşında olduğuna inanamazdınız. Onu bir gün bile sakallı görmemiştim. Bu yüzden çocuksu yüzü daha çok ortaya çıkıyordu. Sanırım onda, yaşını gösteren tek şey gözleriydi. Orman yeşili gözleri dolu dizgin gençliğini yansıtırken, aynı zamanda bazı şeylerin, bazı yaşanmışlıkların insana verdiği o yükü de yansıtıyordu. Yaşlarımız arasında çok fark olmadığından olsa gerek, bu zamana kadar mesafeli ve bir o kadar da iyi anlaşmıştık. Tamer'i tanıyalı uzun bir zaman olmasa da sınırları olan bir adamdı. Sınırlara saygısı olan bir adamdı. İnsan bunu hemen fark edebiliyordu. Bazı sabahlar yanıma oturur, kocaman fincandaki çaydan bir yudum aldıktan sonra, yüzündeki somurtkan ifade kaybolur, yerini huzurlu bir ifadeye bırakırdı. Ve yanıma gelmiş olsa bile, çoğu kez benimle konuşmazdı. Çok yanıma gelmez, ama varlığını da unutturmazdı. Açıkçası, buradan gittiğimde onu özleyecektim. Bunu da onun arkasından bakarken fark etmiştim.

Bir Kitapçı Dükkanı... Where stories live. Discover now