Bölüm Yirmi Bir

119 5 0
                                    


Lale Çetingöz...

İnsan küçükken, her şeyin çözümünü yetişkinlikte arardı. Yetişkin olunca her şey güzel olacaktı. Yetişkin olunca hayatımız bizim kontrolümüzde olacak, hepimiz mutlu olabileceğiz diye düşünürdük. Büyükler derdi ki, 'En güzel zamanlarınızdasınız, büyüdükçe her şey zorlaşacak' derlerdi. İnanmazdık. Çocuk aklımızla onların hayatları öyle olsa da bizimkisi farklı olacak derdik. Ancak, hayat büyüklere benzemezdi. Büyükler gibi nasihat vermez, gösterirdi, acımazdı, umursamazdı.

Acımadı da, umursamadı da... Yıllar geçtikçe ne kadar yanıldığını anladı insanlar, ne kadar masum düşündüklerini, Dünya'nın masum düşünceler yeri olmadığını ve daha bir çok şeyi.. Yıllar geçtikçe hayat insanlara gerçekleri gösterdikçe insanlar inançsızlaşmaya, güvensizleşmeye,umutsuzlaşmaya başladılar. Düşünmediler, hayal etmediler, çocukken her şeyin güzel olacağına dair inançların yerini her şeyin kötü olacağına dair inançlar aldı. Bunu kabullendiler insanlar, boş benliklerine bu inancı yerleştirdiler, yaşamış olmak için yaşadılar, nefeslerini israf ettiler, acılarını gömdüler, mutluluğa sonsuza dek veda ettiler.

Bazı insanlar direndiler, 'Hayat bu değil' dedi bu insanlar, 'Dünya kötülüklerin vatanı değil' dediler, bir iyilik bulmaya çalıştılar hayatlarında, insanlarda, varlıklarda... Kimisi buldu o iyilikleri, bir anlamları oldu yaşamak için, nefeslerini bir amaç için harcadıklarını bilerek mutlu bir yaşam sürdüler. Kimisi ise o iyilikleri bulamadı ve gitti... Onun gibi..... Korhan gibi.

Gidişinin üzerinden bir ay geçmişti. Otuz gün, yedi yüz yirmi saat, kırk üç bin iki yüz dakika, bana göre koca bir ömür....

Onu ilk gördüğüm zaman kötülüklerin anavatanında bir iyilik bulduğumu düşünmüştüm. İşine tutkusu beni etkilemişti. Azimli olması, sürekli çalışması, işine aşkla bağlı olması... Onun kadar işini seven, onun kadar sevdiklerini önemseyen birisine rastlamamıştım. Onun kadar hayatı seven birisine rastlamamıştım. Onun kadar.... Rastlamamıştım işte, onun gibi birisine hiç rastlamamıştım.

Sadece 'hoşçakal' diyebilmek bile, sadece bu tek kelimenin dudaklarımdan dökülmesi bile, o kadar zor olmuştu ki benim için. Oysa basit bir kelimeydi. Hoşçakal... Öyle değildi işte benim için, değildi. Basit bir kelime değildi. O anda onu kaybettiğimi kabullendiğimin ifadesiydi. Arkasını dönüp gittiği sırada, asıl fark etmem gerekeni fark etmiştim. Korhan asla benim olmamıştı..

Doğru, o asla benim olmamıştı. Ama ben onun olmuştum. Bile isteye, yana yakıla onun olmuştum. İçten içe yanmayı kabul ederek, gerçekleri içime sindirerek, gerekirse içimde kendimi yakarak onun olmuştum. Bir insana ait olmak demek sadece bedenin ait olması demek değildi. Ben kalbimle, ruhumla,nefesimle onun olmuştum, o giden adamın olmuştum. Onun yıpranmış ruhuna çare olamamış, yorgun kalbine girememiş, yükünü taşıyamamıştım. Ve o gittiğiyle, ben de baştan beri yanımda olduğunu fark edemediğim yalnızlığımla baş başa kalmıştım.

"Lale?" diyen Berra'nın sesi beni kendime getirmişti. Bir Kitapçı Dükkanı'ndaydım. Elimde Sabahattin Ali'nin 'İçimdeki Şeytan' adlı kitabı vardı ve diğer elim masanın kenarını tutmuştu. Gözlerim yerdeki parkeleri izliyor, ancak bakışlarının neden burada olduğuna kendisi de bir anlam veremiyor gibiydi. Kaşlarımın hafifçe çatıldığını hissettim. Sanki o anda boyutlar arası bir yolculuk yapmış gibiydim.

"Efendim canım?" demiştim. Sesim hafif tiz çıkmış olsa da kulağa oldukça normal geliyordu. Bakışlarım parkeden Berra'ya yönelmişti. Gözlerindeki endişe parıltılarını rahatlıkla seçebiliyordum. Kaşları hafifçe havaya kalkmıştı şimdi. Sanki bana ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibiydi. Yüzündeki ifadeden bir şey daha çıkarmıştım. Tedirgindi. Bir şeyleri kaçırmış olduğunu düşünüyor, ama neyi kaçırmış olabileceğini bulamıyor gibiydi.

Bir Kitapçı Dükkanı... Where stories live. Discover now