Bölüm Otuz

4.4K 400 5
                                    

  Kimimiz gerçekte oldukları kişi haline gelebilmek için, kimileriyse olduklarından farklı bir kişi haline gelmek için uğraşıyor.

  Yanımda uzun ve zarif adımlar atan Regulus’a yandan baktım. Beni olduğumdan farklı biri haline getiremeyeceğine kendimi inandırmaya çalıştım.

  ‘’Nereye gidiyoruz?’’ diye sordum sessizce. Kalabalıktı ve birçok insan yanımızdan gürültülü bir şekilde geçiyordu. Beni duymadığını düşünerek sorumu tekrarlayacakken, Regulus cevap verdi.

  ‘’Yemekleri güzel olan bir yere.’’ Duraksayıp bana döndü. ‘’Ne yemek istersin?’’

  ‘’Aç hissetmiyorum.’’ dedim. ‘’Bence geri dönmeliyiz.’’

  Regulus’un suratına geniş bir gülümseme yayıldı. Eliyle biraz ileride turuncu parlak ışıklarla aydınlatılan bir restoranı işaret etti. ‘’Orası güzele benziyor. Hadi gel.’’ Kolumdan tutarak yürümeye başladı.

  İçeriye girdik. Herhangi bir duygu hissettiğimi söyleyebilmek isterdim. Ama hissetmiyordum. Heyecan, korku, öfke… Bunlardan herhangi birini hissedebiliyor olsaydım bu akşam daha kolay geçebilirdi. Ama yapabildiğim tek şey Regulus’u takip etmek ve onun suratına boş boş bakmaktı.

  Restoranın ortasındaki geniş bir masaya yerleştik. Benim yerime de sipariş verdi. Regulus, centilmence davranmaya çalışıyordu. Sonunda karşıma oturduğunda dirseklerini masaya yasladı ve beni süzmeye başladı. Sessizce yemeklerimizin gelmesini bekledik. İkimizin önüne de biftekler geldikten sonra Regulus, sessizliği bozdu. ‘’Bu bir mucize.’’ dedi hayranlıkla. ‘’Binlerce yıl geçti ve işte şimdi karşımdasın.’’ Buraya benimle yemek yemek için değil Lucretia’yla hasret gidermeye çalışmak için getirdiğini anlamak zor değildi.

  ‘’Lucretia’ya olan aşkının efsanevi olduğunu söylüyorlar.’’ dedim düz bir ses tonuyla.

  ‘’Efsanevi aşkın ne olduğunu bilmiyorum. Ama onu çok sevdiğimi biliyorum.’’

  Kendime engel olamadan gülmeye başladım. Regulus’un bu tepkimden çok hoşlanmadığı belliydi. Gülmeyi kestim. Onun yaptığı gibi dirseklerimi masaya yasladım. ‘’Bana Lucretia’yı anlat o zaman.’’

  Bir süre düşündü. Sonra başını hafifçe salladı. ‘’O…’’ Duraksadı ve biraz daha düşündü. ‘’O, bir köleydi. Ailesini hiç tanıyamamıştı ve yıllarca tek yaptığı şey yerleri temizlemekti.’’

  ‘’Bir köle mi? Onu hep zengin, gösterişli bir Roma prensesi olarak hayal etmiştim.’’

  Regulus, güldü. ‘’Yerleri, bir prenses zarafetiyle sildiğini söyleyebilirim. Her neyse… Onu hep uzaktan görüyordum ve bir gün onu satın almaya karar verdim, böylece artık kimse ona hak etmediği şekilde davranamayacaktı. Ama bunun için saraya gittiğimde çoktan bir kral için satıldığını öğrendim. Ve onu kaçırdım.’’

  ‘’Aranızdaki devasa yaş farkı veya Lucretia’nın seni hiç tanımıyor olması onun için pek sorun olmamış anlaşılan.’’

  ‘’Birbirimizi tanımak için önümüzde fazlasıyla zaman var sanıyorduk.’’ dedi. Yüzündeki ifade hızla değişmişti. Ama her zamanki sert bakışı hiç değişmiyordu.

  ‘’Ama onun için yokmuş.’’ Olabildiğince sert bir ses tonu kullanmaya çalıştım.

  ‘’Maalesef.’’ dedi Regulus, bozuntuya vermeden.  

  ‘’Sence Lucretia seni seviyor mu?’’ diye sordum. Regulus, sakince bifteğinden bir lokma aldı. Ama cevap vermedi. ‘’Sence de onun hayatını mahvetmedin mi?’’ Bu soruyu beklemediği belliydi. ‘’Binlerce yıldır acı çekiyor ve bunun tek sebebi sensin. Lucretia’nın, hayatına bir renk katmasını istedin. Lucretia ise o sefil hayatından kurtulmak istedi. Bu uğurda başına gelebilecekleri göz ardı etti. Ve ne var biliyor musun? Karanlığa gömülü insanların aydınlığı düşlemeleri çok normal ama karanlığın ta kendisi olan insanların, onları aydınlığın kör edici noktasıyla kandırmaları çok acımasızca.’’

  Regulus, bir süre bana baktı. Bakışları her saniye daha da sertleşti. ‘’Git buradan!’’

  ‘’Ne?’’

  ‘’Sana git dedim!’’ Bu sefer bir süre ben ona baktım. Sonra hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım ve gitmeye hazırlandım. Arkamı dönmüşken Regulus bana seslendi. ‘’Clara?’’ Tekrar ona döndüm. ‘’Lucretia’nın tam zıddı biri olduğunu düşünüyorsun, değil mi? Ondan çok farklı olduğunu…’’

  ‘’Düşünmüyorum.’’ dedim. ‘’Biliyorum.’’

  Regulus’un yüzünde çarpık bir gülümseme oluştu. ‘’Clara… Binlerce yıldır, Lucretia kendi ikizini arıyordu. Bunca zaman geçti, kat trilyonlarca insan yaşadı. Neden sen? Hiç düşündün mü?’’ Duraksayıp beni süzdü. ‘’Neden senin bedenin onunkinin aynısı? Her şeyin sadece fiziksellikle ilgili mi olduğunu sanıyorsun? Değil, Clara. Geçmişte ve gelecekte… Sen Lucretia’ya en çok benzeyen kişi olduğun seçildin.’’ Ayağa kalkıp yanıma geldi. ‘’Sen onun yansımasısın. Bir yankısın. Onun hissettiklerini hissedecek, onun verdiği tepkileri verecek, onunla aynı hataları yapacak, onunla aynı yolu çizeceksin. İçinde iki farklı ses olabilir ama iki farklı ruh yok.’’

  Sessizce nefesimi verdim. Sonra hiçbir tepki vermeden arkamı dönüp yürümeye devam ettim. Restorandan çıktığımda içeriye son bir bakış attım ve Regulus’un sakin bir tavırla yemeğine devam ettiğini gördüm.

...

  Peru, Kutsal İnka Vadisi

  Exael, Tasha’ya eliyle gel işareti yaptı. Peru’nun sıcak iklimi Tasha’yı yormuştu. Alnındaki teri, elinin tersiyle silip Exael’i takip etti. Kutsal İnka Vadisi veya diğer adıyla Urubamba Vadisi, geniş bir bölgeye yayılmıştı ve Machu Picchu bölgesini bulmaları gerekiyordu.

  Exael, turist görünümlüye benzemeyen orta yaşlı bir adamı durdurup İspanyolca bir şeyler sordu. Adam, anlamadı böylece Exael onun bir Amerikan yerlisi olduğunu düşünüp aynı soruyu Quechua dilinde sordu. Tasha’nın çıkarabildiği tek kelime Willka Qhichwa oldu. Vadi’nin Quechua dilindeki karşılığı… Adam gülerek başını salladı ve kısa bir yol tarifi yaptı. Exael, muhtemelen ona teşekkür etti ve adam gitti.

  ‘’Sandığım kadar uzakta değilmiş. Geldik sayılır.’’

  Düşmüş meleğin, Tasha’dan daha kalın giyinmiş ve saçlarını açık bırakmış olmasına rağmen hiç yorulmayıp terlememiş olması Tasha’yı kıskandırmıştı. ‘’Başarabileceğimizden emin misin?’’

  ‘’Yani, adamın yol tarifine uyarsak…’’

  ‘’Hayır.’’ dedi Tasha. Exael, durup arkasına döndüğünde Tasha da sözlerine devam etti. ‘’İstediğini yapabilecek kadar güçlü müyüm, bilmiyorum.’’

  Exael, Tasha’nın yanına geldi ve elini onun omzuna koydu. ‘’Çok daha fazla güçlüsün, Tasha. İnan bana, bu işte başarısız olma ihtimalin yok.’’

  Tasha, Exael’in mavi gözlerine baktı. Doğruyu mu söylüyordu yoksa onu cesaretlendirmeye mi çalışıyordu emin değildi. Ama ona inanmayı tercih etti. Böylesi daha kolaydı. Biraz daha yürüdüler ve sonunda Machu Picchu’ya ulaştılar. Çok fazla turist vardı. ‘’Bu kadar insanı nasıl göndereceğiz?’’ diye sordu Tasha.

  Exael, bir süre etrafı süzdü. Sonra gözlerini kapatıp fazla dikkat çekmeden birkaç söz mırıldandı. Birkaç saniye sonra güneş kayboldu ve fırtına bulutları etrafı sardı. Dolu halindeki yağmur, insanların kaçmasına sebep oldu. En fazla beş-altı dakika sonra etrafta hiç kimse kalmamıştı. Exael ve Tasha yağmurun altında yavaş yavaş ilerleyerek bir kayanın altında durdular.

  Exael, Tasha’ya göz kırptı. ‘’Yapabilirsin, Tasha.’’

  Tasha derin bir nefes aldı ve yağmurun yüzüne yapıştırdığı saçlarını geriye attı. Ardından gözlerini kapattı ve avuçlarını açarak ellerini yukarı kaldırdı. Bir şimşek çaktı ve yıldırım hemen önlerindeki orta boyutlarda bir kayaya çarptı. Taş ikiye ayrılırken Tasha derin bir nefes daha aldı. ‘’Ölülerin dirilticisi Onayepheton! Sana buraya gelmeni emrediyoruz!’’

   O andan sonra onlarca yıldırım, elli metrekarelik alana düştü ve hiçbiri cadıyla, düşmüş meleğe isabet etmedi.

   Tasha, ellerini tekrar havaya kaldırdı. ‘’Ölülerin dirilticisi, Onayepheton! Sana buraya gelmeni emrediyoruz!’’

Kayıp Kanatlar: UyanışHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin