Dereotu

13.1K 929 1.3K
                                    




"Kader denilen boynuzlu kerata, cümlenin başına püsküllü bela."

On İkinci Gece, William Shakespeare.



Altı.

Kucağımdaki sepetin diplerinden antiseptik kremi bulmak neden bu kadar uzun sürmüştü?

Marin'in hiçgerekyok bakışları altında sepeti yeniden kurcaladım ve sonunda zafer benimdi! Pansuman için değil çay için geldiğini söylese de onu böyle bırakamazdım, kimseyi böyle bırakamazdım, kırılan çiçek dallarını bile. Böylece o çay içerken minik bir temizleme işine girişmiştim.

"Düştüğüne inanmış gibi yapmama gerek var mı yoksa sessizliğim beni rol yapma zahmetinden kurtarır mı?"

Gecenin karanlığını bölen bahçe ışıklarımın beyazlığı altında, kavisli kaşlarını muzip bir tavırla kaldırdı. "Sessiz kalabileceğine emin misin?"

"Yani," dedim, işaret parmağımın ucuna biraz krem alırken, "Tamamen sessiz kalamam ama aklımdaki soruları içimden sorabilirim."

Canı acıyor olmalıydı ama bu gülmesine engel olmamıştı. O incinen diz kapağına kompres yapması için verdiğim buz torbasını elinde zıplatırken, ben hangi gülüşünün hangi anlama geldiğini seve seve ve titizlikle inceleyerek öğrenebileceğimi hissetmiştim.

"İçinden de olsa illa soracaksın yani?"

"Şu buzu dizine koymazsan sabah yürüyemeyeceksin. Ve evet, içimden de olsa sormam lazım." Beni dinlemediği için kremsiz elimle buzu alıp sertçe dizine bastım ve gülmeyle acıdan inleme arası çıkardığı sesin kalbimin orta yerinde sızlamasına gözlerimi devirdim. "Hem, soru sormadan cevap elde edebildiğin tek yer sosyal medya. Bugün şunu yedim, geçen hafta bunu giymiştim... Herkesin her ayrıntısı meydanda."

Ki, Kaan'ın takipçi sayısını işaret eden sayaçlarının sonunda 'milyon' demek olduğunu anladığımda afalladığım bir M harfi bulunan hesaplarının aksine; Marin sosyal medya kullanmıyordu.

Evet, ikisini de Google'lamıştım çünkü bu hakkı bana Kaan kızılı beni didik didik ederek vermişti!

Kimi kandırıyordum ki... Bahçemin tanıdık çiçek kokularına karışan yaseminli ve tarçınlı yeşil çayın kokusu bile, şu anda yanımda oturan darmadağınık çocuğun yağmur kokusunu bastıramıyordu. O sürekli ve aynı anda hem gel-yağmura-yakalan hem çabuk-şemsiye-aç diye bağırırken elim, kolum, göğsüm ve kalbimle ne yapacağımı bilemiyordum. Bilinmezlikleri araştırmayla aşabilirdik ve Marin belli ki (ben her ne kadar tersini savunmaya giderek daha gönüllü hâle gelsem de) hakkında makaleler yazılmış biri değildi, haliyle çareyi Google'da aramıştım. Bulamamıştım, o ayrı.

Kremli parmağımı elmacık kemiğine yaklaştıracakken, bir an duraksadım. "İzin verir misin?"

Kıpırdanmayı bırakıp başını oturduğumuz koltuğun arkasına yasladı, yüzünün yaralı kısmını bana doğru uzattı ve gözlerini kapattı.

Yüzüne dokunacaktım.

Serçe yutkundum.

"Yaranı sarıyorum ama," Kremden önce ılık suda ıslattığım bir pamukla kurumuş kanı almıştım, iyice temizlenip temizlenmediğini dikkatle kontrol ettim. "Bunu da kitaplardaki iyileştirme fantezisinden sanmazsın umarım?"

DemHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin