Kilonova

9.1K 818 857
                                    


"Aramak boşuna, bulunmak istemeyeni."

Romeo ve Juliet, William Shakespeare.



On altı.

Arabamın açık camından içeri sızan zayıf bir rüzgar saçımı uçuştururken, önümdeki demir kapıya bakıp derin bir nefes aldım.

Hayat karışıktı. İnsanlar, daha da karışık.

Bazıları tanrıyı oynamayı seviyordu mesela. Bazıları kaderi müdahale edilebilir olarak görüyor, bazıları kadere teslim oluyor, bazıları kaderi reddediyordu. Ben hangi kısımda olduğumu hiç düşünmemiştim. Kader var mıydı? Yaşanacak her şey, gezegenimiz sarışın yıldızdan kopmadan çok önce yazılıp çizilmiş miydi? Yıldızlara yazılı bir kader varsa, bir uzaycı olan Marin onu keşfetmez miydi?

Kayan yıldızları tutmaya söz verdiği kız, ben miydim?

Bunu nasıl hatırlamazdım?

Gözlerimi kapattım. Hafızamdan anneme, Marin'den Barbaros'a kadar her şey üstüme düşüyordu.

Annem. Hah. Annem bana yalan söylemişti ve buna şaşırmamıştım bile.

Güven konusunu gözünde büyütenlerden değildim. Dünya ve insanlar güvenilmezdi, bunu elimi alnıma vurup ağıtlar yakmadan kabul etmiştim. Kendini daima belli bir çemberin içinde tutmak ve omuzunu kimseye yaslamamak yeterliydi. Sırlarımı kendime saklar, bana söylenenlere hep bir parça şüphe payı bırakır, insanları merkezde tutmaz hatta hepsiyle mesafemi koruyup kendime yeter, kalabalık arkadaş gruplarında eve tek dönemeyecek kadar sarhoş olmaz, yalnız hissettiğimde mesaj atacak birini aramazdım. Evimde günler geçirebilir, kimseyi de özlemezdim.

Belki biraz Cihan'ı özlerdim, biraz da Berna'yı.

Her neyse. Anneme zaten güvenmiyordum, bu durumu da 'Bana yalan söyledi' değil, 'Yine kendini düşündü' olarak algılıyordum. Çünkü o böyle biriydi. Rüya Alarga oğullarını sadece yaşıyorken değil ölüyken bile kapsayıp koruyan bir anne olabilirdi ama benimki önceliği kendine verenlerdendi işte. Arkadaşınızı öldüren birini savunmuş avukattan dizlerinize yara bandı yapıştırmasını beklemek aptal bir romantizmden ibaretti ve ben romantik olmak istediğimde Jane Austen okurdum, anneme gitmezdim.

Barbaros Alarga'ya güvenmemi gerektirecek bir şey zaten yoktu. Kendi babamla onun birbirilerinden ne kadar farklı olduklarını görebiliyordum. Kaldı ki, Tarık Bender de dünyanın en ilgili babası sayılmazdı. Yayınevinde hayattan kopmamam için bana verdiği minik sorumluluklar karşılığında onun kızı olmamın doğuştan gelen şansını kullanmam için avucuma hisse bırakmış, düzenli bir gelir sunmuştu. Cihan'ın benimle arkadaş olmak konusundaki bence önceki hayatında işlediği bir suçun bedeli olan kuvvetli isteğini ve fedakarlık boyutlarını görmüş, ilgi konusunu da Cihan'a teslim edip kendini Ayvalık'a tatile yollamıştı.

Barbaros Alarga ise, tanrı olanlardandı. Babam benim o kız olduğumu bilse mesela, bunu bana söylerdi. Barbaros'sa elindeki her bilgiyi koz yapıyordu. Hayatı poker masasına çevirmiş, masadakilere pokerde olduklarını söyleme gereği hissetmemişti.

Ben kumardan nefret ederdim. Strateji hayatta önemli olabilirdi ama kandırmak, birinin ayağının altındaki tabureyi çekivermek, labirentin duvarlarını ve oyunun kurallarını içeridekilere ses etmeden değiştirmek bana göre değildi. Kedinin fareyle oynadığı oyunda ben farenin safını tutanlardandım, daha hayvanlara zarar veren kozmetik üreticilerini ya da ağaçları rastgele kesen canileri anlayamamışken oğullarını ruhsal ve fiziksel olarak duvara çarpan babalar algı sınırımı zorluyordu. Böyle insanlarla muhatap olmaz, onları lanetleyip kitaplarıma sığdırırdım.

DemHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin