Bölüm 10 (Geylerin Ütopik Dünyası)

7.4K 861 260
                                    

Hakan

Kırgınlıklar veya acılar ertlenemezler ve hatta görmezden gelinemezler. Öyledir ki bu hisler ertelendiğinde kronik bir migren gibi sizi tek hamlede hayatınızdan men edebilirler. Ve sizin bununla baş etmenizin bilinen hiçbir kesin çözüm yolu yoktur. Ama ben bu hüzün rahiyasının bana bir histeri krizi olarak geri dönmemesi için onunla yüzleşmeyi bile göze alabilirdim. Yeter ki içimdeki bu vazgeçmişlik hissi yok olsun.

"Çok konuşkansın." dedi Arda sesindeki alayla. "Evet, bu günlerde gereğinden fazla." dedim onun sesini taklit ederek. Ama kesinlikle bir alay değildi. Son üç gündür iç sesim gereğinden fazla konuşuyor gibiydi ve ben buna dem vuruyordum. Zaten hep böyle olmaz mıydı? Başınıza gelen en fena şeylerde sizin en büyük düşmanınız beyninizin içindeki sesler olurdu.

"Peki bundan sonra ne olacak?" dediğinde kafamı sıraya vurmamak için kendimi çok fazla tutuyordum. Kendi kendime sormaya korktuğum bu soruyu pat diye sormasıyla hazırlıksız yakalanmıştım. Ama yine de dilimden dökülen birkaç şey olmuştu.

"Muhtemelen o kovalamayacak. Ben de kaçmayacağım. Hatta kimse bir şey demeyecek. Yaşanmamış gibi yapacağız tüm bunlar. O yüzden bana sadece yoluma bakmak kalıyor." İlk defa dillendirdiğim bu fikir benden beklenemeyecek kadar net ve sınırları belli bir plandı. Arda kafasını sallayıp, kaşlarını çatarak önüne döndü. Bunu düşündüğü çok belliydi. Kendi kendine homurdandığı bile oldu bu süreçte.

"Teoride güzel fikir ama pratikte..." dedi umutsuz bir vakaymışım gibi bana bakarken. "Barış Hoca artık seni tamamiyle görmezden gelse bile sen yapabilir misin pek emin değilim." Olumsuz anlamda kafamı salladım. Biliyordum ki, en ufak bir umut kırıntısında ya da kendimi ikna ettiğim o an da soluğu onun yanında alabilir, gurursuzca karşısında dikilebilirdim.

"Olaylara iyi yanından bak. İpek Hoca senin veya onun gey olduğunu bilmiyor. Bu da demek oluyor ki üniversiteye yerleşene kadar rahatsın."

"Ama bunun karşılığında sevdiğim kişi onun kolunda." dediğimde "Yaniiii" dedi kalemi çenesine dayayıp bana iyice yaklaşırken. "Bazı şeyler için fedakârlık gerekiyor."

"Anlayamıyorum hem aşık olup hem özgür olamaz mıyım?" dediğimde gereğinden büyük bir kahkaha atıp benden uzaklaştı. Durumumdan keyif alıyor gibiydi. "Siz geyler çok ütopiksiniz. Burası siktiğimin Amerikan rüyasını yaşayacağınız yer değil Hakan Bey. Sovyetler Birliği'ne hoş geldiniz! Sevişme, savaş!" Gözlerimi devirerek ayağa kalktım bu sefer, onu dinledikçe inanılmaz bir biçimde karamsar hissediyordum. Belki de içine sürüklenmekten korktuğum o hüzün rahiyasının içinde çoktan yüzüyordum bile.

"Bu engin bilgilerini tarih sınavında da göster aptal herif." dediğimde güldü ve önündeki test kitabını işaret etti. Üzerindeki "AYT-Çağdaş Dünya Tarihi" yazısını gördüğümde bu çocuğun her ortamda ne denli ironik olabildiğini unutmama da ayrıca sövdüm.

"Dışarı çıkıyorum bu arada." deyip cevabını beklemeden uğultulu sınıftan dışarıya adım attım. Kulağımda yer eden uğultu yerini gürültüye bıraktığında başımda önlenemez bir ağrı oluşmaya başlamıştı. Yüzümü buruşturdum ve tuvalete gitmek için yönümü değiştirdiğimde İpek Hoca'nın o tarafta nöbet tuttuğunu gördüm ve bu fikri kafamdan sildim. Arkamı döndüm ve uzun koridorun diğer tarafına doğru yürümeye başladım. Dışarı çıkma fikrini rüzgarlı hava dolayısıyla elediğim için geçeli çok olmuştu. Umutsuz bir vakaydım, nereye yürüyeceğini bile bilemeyen.

Biraz sonra, koridoru henüz yarılamışken yan taraftan açılan kapı ile dikkatim oraya kaydı. Kütüphanenin sessizliğinin büyüsüne kapılmam sadece birkaç saniye sürmüştü. Ayaklarım kayıtsızca oraya doğru giderken yüzüme vuran küf kokusu ile burnumu kırıştırdım. Sessiz olmaya çalışarak kapıyı kapattığımda içeriyi süzdüm kısaca. Pek kimse yoktu. Yönümü kapı yanından başlayan rafa çevirdiğimde elimi kitaplara attım direkt. Dikkatli olarak bakmıyordum ama isimleriyle ilgileniyordum.

Gözüme aradan çarpan Van Gogh görseli ile elim o kitabın üstünde durdu. Kötü olan şuydu ki, bu ressamlara olan ilgimin sebebi kesinlikle o olmasına rağmen ve o hayatımdan çıkmak üzereyken bunları hayatımdan ve aklımdan çıkaramıyordum. Kitabı çekip elime aldığımda adında göz gezdirdim. "Theo'ya Mektuplar, Vincent Van Gogh" kapağını okşayıp herhangi bir sayfasını açtım. Gözlerimi gezdirirken atlaya atlaya okuyordum. En çok hoşuma giden satırı ikinciye okurken kulaklarıma ulaşması için biraz sesli okudum.

"Ne çok güzellik var sanatta! İnsan gördüğünü aklında tutabilirse, her zaman yapacak, düşünecek bir iş bulur kendine, yalnız kalmaz hiç, gerçekten yalnız sayılmaz."

Onu severken de en büyük destekçim, benim kendimi anlatma aracı olarak gördüğüm sanatın yalnızlığıma da ilaç olabileceği gerçeği ilk kez aklıma yer etmişti. Sayfayı çevirmedim ya da kitabı kapatmadım. Bu paragraf hakkında epey düşündüm. O kadar ki, çalan zili bile umursamadım.

"Sanat bir savaştır, can vermeyi göze almalı." Boğuk ses yanımda söylendiğinde göz devirmeden edemedim ve açık olan kitabı kapattım. "Aynı zamanda böyle de diyor Van Gogh. Yalnızlığıma çare olacak derken savaşı kaybetme." dedi yaslandığı raftan ayrılırken.

"Çocuklaşma." dedim iğneleme ile. Kitabı yerine koyarken midemin kasıldığını hissediyordum. "Çocuk olan sensin, eee tabloyu verdin mi istediğim yere?" Bana karşı olan bu laf sokuşturmalı tavrı inanılmaz geliyordu. Sanki korkaklık yapan benmişim gibi davranıyordu. Arkamı dönüp rafa bu kez ben yaslandım.

"Yatağımın üstündeki yerini aldı." dedim gülümseyerek. Kaşlarını kaldırıp kalçasını çalışma masalarından birine yasladı ve kollarını göğsünde kavuşturdu. Artık karşı karşıyaydık. Gözlerimin içine içine bakmaya çalışsa da onu reddediyor, ondan başka her yere bakıyordum.

"Beni neden bekliyordun?" dedi artık ciddiyetle. Derin bir nefes aldım. "Bunun artık bir önemi yok." dedim omuzlarımı indirip kaldırırken. "Benim için vardır belki." dedi tek eliyle saçlarını arkaya iterken. Kalbim hızlanmaya başlamıştı yine. Ama onun bu saç düzeltmelerine karşı olan hayranlığımdan mı yoksa onun için biraz bile bir önemim olduğunu ima etmesinden mi bilemiyordum.

"İpek konusunda beni uyaracaktın değil mi?" dedi kafasını eğip yüzümü kontrol ederken. Cevap vermedim, yalan söylemek istemiyordum ama onu doğrulamak gibi bir niyetim de yoktu. "Suskunluğunu onaylama sayıyorum." dedi ve yaslandığı yerden kalkıp, gözünü etrafta gezdirdi. Bana doğru yaklaşırken hafiften paniklemiştim. Gerginliğim eminim ki dışarıdan bile belli oluyordu.

"Eskisi kadar kararlı değilsin. En ufak şeyde yıldın." dedi önümde dururken. Söylediklerini algılamam biraz uzun sürmüştü ama hayretle kafamı kaldırırdım. "Pes eden sendin. Ne olduğun anlaşılmasın diye onun kollarına atladın." dedim tek solukta. Elinin birini omzumun üstünde rafa dayadığında yutkundum. Yakındık, gereğinden çok fazla.

"Sana dedim ki, kendini bana ispatlarsan seni kabul edeceğim ve bir haftan olacak. Aptal ergenlik oyunlarıyla mı seni test edecektim?" dedi bilmiş bir sırıtış ile. "Kaldın. Bir haftayı hak edemedin." dedi elini yanağıma çıkarırken. Okşamaya başladığında ateşimin çıktığını hissediyordum ve kendimi biraz geri çektim.

"Ama insiyatifimi kullanıyorum." Geri çekildi ve gömleğini düzeltti. İşte yine aynısını yapıyordu. Bana kendimi küçük gösterip, kendisinin ne denli büyük olduğunu hissettiriyor sonra ise etrafımı sarıyordu. "Bir hafta senindir. Yarından itibaren bana 'sen' diyebilirsin." derken arkasına döndü ve kapıya doğru yürüdü. Aklımda bin tane soru işareti ile olduğum yere çöktüm.

***

Evet, Barış Hoca'yı yazmak beni yoruyor... Ve şey yazım tarzım bayıcı mı? Bazen bana öyle geliyor.

stendhal sendromu ➻ b×bWhere stories live. Discover now