On Birinci Bölüm

805 34 2
                                    

Öğleden sonra, Suad, piyanoda Necib'in sabahleyin İstanbul'dan "Size yeni iki eser!" diye getirdiği Mascagni'nin "İris"i ile Pucci'nin "Tosca"sını çözmekle uğraşıyordu. O iki saattir parçaları çözmeye uğraşırken, Süreyya da kaç gecedir Necib'le beraber çıktıkları yeni merakı lüferciliğin hevesiyle zokaları temizliyordu. Necib, Eduard Rod'un yeni çıkan "Yolun Ortasında" romanının sayfaları arasına gömülmüş, on beş dakikadır aynı sayfada kaldığını unutmuş, dalmıştı.

Süreyya, ara sıra yaptığı gibi, yine birden sessizliği bozarak: "Dadın nerede Suad?" diye sordu.

Suad, iyice görmek için eğilip notaya sokularak cevap verdi:

"Bilmem, aşağıda olmalı... Ben piyanodayken o burada durmaz ki..." Süreyya mırıldanarak: "Sanki benim de niyetim var, bu gidişle..." diye eğlendi.

Bu, Tosca'nın üçüncü perdesinde Tosca ile Cavarodossi'nin düettosu idi. Orada ilk hamlelerde notalar bazen yürüyüşlerinde aksayarak, bazen ölçülerinde bozularak çıkıp bir şeye benzemezken tekrar ede ede yürüyüş uyumunu buluyor, artık neredeyse gerektiği gibi çalınmaya başlıyordu. Bu müzikleri sürekli dinlediği için Necib'in zihninde yer etmiş olduğundan, Suad bu sefer hepsini birden ciddi olarak çalmak için baştan başladığı zaman Necib uyanarak elinde olmadan bir "Oh!" etti. Suad, başını çevirip yandan bakarak:

"Ne güzel değil mi?" dedi.

Süreyya zokalarıyla meşgul, başını kaldırıp:

"Hayret! Bu nasıl oluyor, şaşıyorum?" dedi. "Bunun nesini o kadar güzel buluyorsunuz Allah aşkına?"

Sonra, onların susması üzerine hâlâ meşgul, gülerek dedi ki: "Bana ne gibi geliyor, biliyor musunuz?"

Necib de gülerek sözünü kesti: "Senden önce ben söyleyeyim... Hep müziği sevmeyenlerin düşündüğü şey... Diyorsun ki 'Biz de anlamıyoruz...' Fakat özellikle yapıyoruz. Bir tutkunluk göstermek mi, anlıyor görünmek mi, bilmem, bunun gibi bir şey değil mi? Herhâlde samimi değiliz."

"Ooo, sen birdenbire pek abarttın. Ben sadece şöyle düşünüyordum ki, bunu o kadar güzel olduğu için değil, sevmek gerektiği için, meşhur olduğu için seviyorsun..."

Necib yine güldü:

"Yine benim söylediğim gibi... Fakat ah bir kere hissetsen, Süreyya..."

Suad, Süreyya'nın musikiye ilgisizliğini bilmekten doğan bir alışmışlıkla dinlemeyerek devam ediyor, parçanın artık bütün güzellik ve ruhunu vermeye çalışıyordu. Necib, tutkun dinliyordu. Sonra kalkıp eğildi, parçaya baktı. Bu: "O Dolçe mani..." diye başlıyordu.

"Ah, tatlı eller!.. Ne güzel yarabbim, ne güzel?" diye söylendi.

Süreyya başını sallayarak gülüyordu:

"Artık bu kadar da ben söyledim diye olmalı..." dedi.

Bu, Necib'i o zaman biraz sinirli bir açıklamaya mecbur etti. Bunun için örnek gösteriyor, biraz hızlı, hiddetli dille: "Bu tıpkı senin bayıldığın, mesela suzinak bestesini hiç de dinlememiş, musikideki zevk ve bilgisi uşşaktan "Yandım ateşlere ey mah..." ile "Her ne mümkünse sana ettim feda"yı geçememiş bir adamın ağır şarkıları beğenmemesi gibi bir şey..." diyordu. Birçok örnekler getirip iyice anlatmaya çalışarak sonuçlandırıyordu:

"İnsan dinlemeyince kulağı, ruhu bu nağmelere alışmayınca..."

Süreyya da öfkelenerek:

"Ama bunları işte ben de dinliyorum..." diye sözünü kesti.

Necib bir müddet kararsız, gülümseyerek durdu. Hak ve zaferin pek kolaylıkla kendinde olduğuna karar vermiş, kendinden emin, olanlara özel bir alaycı gülümsemeyle bakıyordu. "Ruhun doymuyor" demek ağır geliyordu. Fakat sonra bir karşılık buldu. Dedi ki: "Bunda elbette zevk ve mizacın da payı var... Senin tıpkı balıkçılık merakın gibi... Herkesin ruhen bir şeye meyli, kabiliyeti olur."

EylülHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin