Yirmi İkinci Bölüm

2.8K 42 12
                                    

Dışarıda gece rüzgârın iniltileriyle ağlıyordu. Ve bu inleme arasında Necib'in hıçkırıkları genç kadını harap ediyor, fark olunmayan birtakım şikâyetlerle ağlarken Suad'a bu ses dayanılmaz bir feryat gibi geliyordu. Hacer: "Vay, annem de bak ne yaptı?" diyordu. Ara sıra Necib'in 'Bilseniz...' sözünü tekrar ettiğini, sonra hanımın yatıştırmak için söylediği sözler arasında onun: "Affediniz, beni affediniz..." diye yalvardığını işitiyorlardı.

Hacer artık hemen hemen içeri girmiş gibiydi. Başparmağını bir şeyler düşünürken yaptığı gibi dişlerinin arasında kemiriyordu. Hacer kapıyı daha fazla araladığı için şimdi Necib'in sözlerini biraz daha iyi duyuyordu. Ve o inleyerek: "Ölüyorum ne yapayım" diye ve "Ne yapayım, ancak böyle unutabiliyorum, başka ne yapayım? Nasıl vakit geçireceğim?.. Yalnız kalırsam çıldıracağım!" diye sızlanıyordu. İhtiyar kadının darılır gibi: "Ne demek canım! Biraz aklını başına toplasan a... Nedir o, murdar kadınların peşini bırak artık!" dediğini işittiler. Necib yemin ediyor "Yalan." diyordu. "Hep onun için, vallahi billâhi yalnızlıktan kaçmak için..." O zaman, hanımefendi: "Canım ne demek? Buraya gelsene..." dedi. Ve Necib'in sustuğunu gördüler. Tekrar hanımefendi: "Bak yine ağlıyorsun..." dedi ve artık Suad duramadı. Sersem, boğularak, yaşlar içinde koşarak karanlık bir köşeye atıldı. Orada ağladı, ağladı...

Her şeyi anladığı, hayatı artık bütün gerçeğiyle gördüğü için ağlıyordu. Ettiği tamiri imkânsız hataların hep birden işkencesiyle inliyordu. Necib'in sadece kendisi için buraya geldiğini ve buraya gelemeyince dayanamayarak böyle sefil ve serseri kaldığını görüyordu. Ve tüm bunlara sebep olanın kendisi olduğunu fark ediyordu. Artık düşünmek istemiyordu. "Mutlaka, mutlaka öyle... Ve ben, ben, hep ben sebebim değil mi?" Ah, ne kadar koşup onun ayaklarına kapanmak, ellerine sarılarak af dilemek, ah ne kadar ağlamak istiyordu. Bir ihtiyaç, ona koşup: "Hayır, biz yanılmışız, ben yanılmışım, ah mutsuz, beni affet... Hâlâ seviyorum, fakat affet..." Ona hâlâ sevdiğini anlatmak şiddetli ihtiyacı onu bırakmıyor ve kahrediyordu. Ve ettiği bu haksızlığın, bu zulmün altında o kadar eziliyor, o kadar kendini affedilmez görüyordu ki, affettirmek için hayatını feda etmek: "Al hayatımı, bütün dünyayı, hatta Süreyya'yı bile al" diyerek her şeyi ona feda etmek emeliyle âciz kalıyordu.

Odasına sarsılmış, bir üzüntüler kasırgası ile yerle bir olmuş olarak girdi ve Süreyya'yı yatmış görerek sakince bir tarafa çekildi. Sabaha kadar onun, üstlerindeki odada boğulurcasına öksürdüğünü işiterek, bin kararsızlık arasında bin düşünceleri kâbuslarla onu sıtmalar içinde çalkalayarak yattı. Sabahleyin puslu, iniltili, kirli bir kış sabahı, kapılarına vurulup uyandığı zaman, yeni dalmış olduğunu gördü. Fakat başı o kadar ağır, o kadar sersemdi ki, gözlerini açamıyordu. Hanımefendi kendisini görmek istiyordu. Acele onun odasına gittiği zaman gülümseyerek: "Bu ne uyku canım, saat üç..." diyordu. Sonra Necib rahatsız olduğu için doktora haber gönderdiklerini, kendileri söz verdikleri için düğüne gideceklerinden doktor gelince yanına çıkarıp baktırmasını tembih etti. Onlar hemen gidip döneceklerdi. Hanımefendi şikâyet ederek mecburiyetine kızıyordu ve Suad bu darbeyle büsbütün sersem, korkuyor, soruyordu. İhtiyar kadın güven verdi: "Sadece bir ateş..." diyordu. Sonra: "Fakat kim bilir, belki kötüdür de... İşte onun için merak ettim, doktora haber gönderdim..." dedi.

Suad, oradan çıkınca hemen onun yanına gidip: "Hayır Necib, eğer sana bir şey olursa yemin ederim ki ben de ölürüm!" demek için yandı. Fakat odasına girmenin mümkün olmadığını hissediyordu. O kadar ki, kaç kere niyet edip hatta bir defasında kapının önüne kadar gittiği hâlde içeri girmedi. "Nasılsınız?" derken onu harap ve yıkılmış görmekten, yahut düşüp ağlamaktan korkuyordu. Saat dörde gelmişti. Süreyya kalemine gitmeden Necib'i biraz görmek için odasına gitti. Uykuda bulduğu için uyandırmadan döndü. O zaman doktor bekleme ıstırabı başladı. Kış sabahı uzakta inleyen vapur düdükleri, inleyen rüzgârın arasında ara sıra satıcı sesleri sürükleniyordu ve doktor hâlâ gelmiyordu. Hâlbuki o uyanmış olabilirdi, bir şeye ihtiyacı olurdu. Bunun için odasına gitmek lazımdı. Ve cesaret edemeyeceğini görerek sonunda bir kalfa gönderdi. Eline bir dikiş almış, onunla meşgul, bir anda bin kararla âciz ve perişan, ateşli bir bekleyişle bekledi.

EylülHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin