Bölüm-114

785 86 67
                                    

   Karşımda hala benim bu şoku atlatmamı bekleyen kadına baktım. Ülgen sıkılıp çoktan uyumaya başlamıştı bile. "Ne yani sen benim halam mısın şimdi?" diye sorunca Aykurt daldığı yerden çıkıp bana döndü "yani akrabalık bağları olarak öyle ama gerçekte nasıl oluyor bilmiyorum. Sonuçta aramızda yüzlerce yıllık bi zaman dilimi ve onlarca nesil fark var" deyince tamamen ona dönüp "hakikaten sen ve abin bu kadar yıl nasıl yaşadınız? Hadi Edam ve Heva ilk insan oldukları için o kadar yaşadılar diyelim, ki hala mantıklı gelmiyorda neyse. Ama siz ikiniz nasıl bu kadar yaşayabildiniz? Yoksa Edam'ın çocuklarının hepsi uzun mu yaşıyorlar?" diye heyecanla sorunca "aslında hayır yani evet ama hayır" deyince kaşlarımı çatıp "nasıl hayır ama evet?" diye sordum. "Şöyle ki evet normal insanlardan daha uzun yaşarız. Ama çok değil aşağı yukarı iki insan ömrü kadar yaşarız. Ama ben ve Ülgen cezalandırırdık. O yüzden bu kadar uzun yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz" deyince daha da meraklandım "biz ikimiz daha gençken yani en genç halimizi kastediyorum yeryüzünde bizden başka fazla insan yokken yani gururumuza kapılıp hayvanları keyfi olarak öldürmeye başladık. Güçlüydük çünkü ve Orbis'in hakimi bu dünyanın efendileri olarak görürdük kendimizi Ülgen ile birlikte. Diğer kardeşlerimizin uyarılarına rağmen devam ettik bu caniliğe. İlk başta anlamadık ne olduğunu ama tüm kardeşlerimiz ölmeye başladı. Son kardeşim de ölünce sıra bize geldi sandık ama öyle olmadı. Yıllar geçti ama biz hala yaşıyorduk. Babamın da ilgisini çekti bu konu ve araştırmaya başladı. Ve en son nerden bulduysa artık bi kitap buldu. Biri bizim öldürdüğümüz tüm hayvanları yazıp çizmiş o kitaba ve bize lanetler okuyarak büyü yapmış" deyince "nasıl yazmış? O zamanlar yazı bulunmuş muydu?" diye sorunca bu kız mal mı der gibi bakıp "yani o kadar şeyin arasında buna mı takıldın Melike? Hakikaten kafan biraz farklıymış. Yazı dediğim böyle taşla şekiller falan çizilmişti" deyince "anladım. Peki ne diye büyü yapmıştı? Yani bu büyünün bozulma şansı yok mu? Sonuçta bu kadar uzun yaşamak bi noktadan sonra eziyetten başka bir şey değildir" deyince başıyla onaylayıp "Daha sonra anladık ki bu avlayıp eziyet ettiğimiz hayvanlar için yaptığı büyü bizim sonsuza kadar, Orbis'te kıyamet gününe kadar yaşamamız içinmiş ama babam bunu kabullenemedi ve dediğin gibi  bu eziyete son vermek için büyüyü bozmanın yollarını araştırmaya başladı. Ve büyünün bir kısmını da bozabildi. Anlaşılan yaptığımız kötülüklerin cezasını yaşarken ödememizi istemiş Yaradan. Kehanet gerçekleşince bizim büyü de ortadan kalkacakmış" deyince anlamamış bir halde "ne kehaneti?" diye sorunca "Orbis'in Edam'ın düşmanlarından bile çok daha güçlü bi düşman tarafından yerle bir edileceği neredeyse yok edileceği ama gelen bi kurtarıcı sayesinde o düşmanın yok edileceği kehaneti. Eğer başarabilirsek senin kehanetin Varis" deyince kadına bakmaya başladım. "Emin misiniz kehanetin benim sayemde gerçekleşeğine? Belki başkasıdır? Sen veya Ülgen siz şu anda ölümsüzseniz gidip Şahmeran'ı öldürebilirsiniz. Evet sonuçta ölümsüzsünüz" dedim sanki birşey keşfetmiş gibi heyecanla "hayır Melike öyle olmuyor. Keşke olsaydı ama maalesef. İlk olarak biz kendi kehanetimizi bozamayız ikinci olarak da evet ölümsüz olabiliriz ama Şahmeran kadar güçlü olmadığımız için onun karşısında hiç şansımız yok. Evet bizi öldüremez ama Şahmeran'ın zindanında binlerce yılımı da geçirmeyi pek düşünmüyorum" deyince kadına hak verdim. Kim yüzlerce yıl zindanda yaşayarak özgürlüğünü feda etmeyi düşünebilir ki? "Ben o konu da şanslıyım aslında" deyince anlamamış şekilde bana bakıp "nasıl yani?" diye sorunca gülümseyerek "Şahmeran beni yakalarsa hiç zindanla hapsetmekle falan uğraşmaz direk öldürür" deyince biran birbirimize baktık ve saniyeler içinde gülmeye başladık. Birkaç dakika bayağı güldükten sonra sakinleşebildik artık. Aykurt bana bakıp "Melike, Anka'yı bulamayabiliriz veya onun yeniden doğmak için girdiği ateşte sen can verebilirsin yada eski güçlerini hiç kazanamayabilirsin biliyorsun değil mi?" diye sorunca "evet biliyorum. Zaten küçük bi ihtimal benimki. Dediğin gibi hiç gerçekleşmeyebilir benim düşündüklerim bilmiyorum" deyince "peki o zaman ne yapacaksın? Yani gücünü geri kazanamazsan ne yapacaksın?" deyince ben de gülümseyerek "her zaman yaptığım şeyi yapacam" deyince merakla "nedir o her zaman yaptığın?" diye sorunca "Gidip ailemi bir araya getirecem ve hep birlikte Şahmeran'a karşı savaşıp kolay kolay teslim olmayacaz" deyince gururla gülümseyerek "hiç pes etmezsin değil mi?" diye sorunca "biz Türkler bu gibi durumlarda ne deriz biliyor musun Aykurt? Düştüğümüzde değil pes ettiğimizde kaybederiz. İnatçı ve en olmadık durumlarda bile pes etmemekle ünlüyüz biz. Kırk kişiyle binlerce kişinin koruduğu Çin Sarayını basarken de böyleydi, dünyanın en güçlü devletleri ülkemi kendi aralarında parsel parsel pay edip saldırdığında Kurtuluş Savaşını verdiğimizde de bu böyleydi. Yani demem o ki herkesin kabullendiği şartlarda bizim inadımız tutar ve esareti asla kabul etmeyiz. Ya şehadet ya özgürlük anlayacağın" dediğimde kadının hayranlık taşıyan bakışlarını gördüm. "Bu durumda Varis olmanın tesadüf olmadığını çok daha iyi anlıyoruz" deyince odanın girişinde kapıya dayanmış ellerini göğsünde bağlayıp bizi izleyen Ülgen'i gördüm. Bizim ona baktığımızı anlayınca toparlanıp yanımıza geldi. "Artık çıkmamız gerekiyor. Hazır mısın Aykurt? Melike?" deyince masadan kılıç, yay ve sadağı elime alıp "ben hazırım bile" dedim gülümseyerek. Aykurt bana bakıp güldükten sonra "ben de hazırım çıkabiliriz" deyince yavaşça kapıya yöneldik. Ülgen eliyle bizi durdurup çok yavaş ve kontrollü şekilde dış kapıyı açtı. Başını uzatıp sağa sola bakıp etrafını kontrol etti. Kimse olmadığından emin olunca bize dönüp "hadi" deyip dışarı çıktı. Ben ortada Aykurt da arkada onu takip etmeye başladık. Gecenin zifiri karanlığında taşlardan oluşan sokaklarda hızla yürürken pencerelerde perdelerin arkasında hareket eden gölgelerle insanların bizi izlediklerini fark ettim. Ama kimse korkudan ses çıkaramıyordu. İlerden sesler gelmeye başlayınca Ülgen anında durup bizi de durdurdu ve işaret parmağını dudaklarına yaklaştırıp susun hareketi yaptı. Ee biz konuşmuyorduk ki zaten? diye düşünüp Aykurt'a baktım. O da yapacak birşey yok der gibi omuz silkti. İlerde sokağın başında altı tane Reptilian'ı görünce yayı elime alıp sadaktan bi ok çıkarıp yerleştirdim. Ülgen hazırlığımı görünce "ne yapıyorsun? Onlara zarar vermeden uzaklaşıp gidecez burdan" deyince "Şu anda bizi izleyen bir sürü kişi var. Ve Reptilianlar'ın yenilmez, öldürülemez olduklarını düşünüp hiçbir zaman isyan etmeyi akıllarına getiremezler. Bense ileride Reptilianlar'a baş kaldıracaksak halkı şimdiden hazırlamak gerekiyor diye düşünüyorum. İnsanlar sabah uyanıp sokağa çıkınca bu cesetleri görecekler ve onların ölümsüz olmadıklarını anlayacaklar. Ve bu söylenti kar topu gibi giderek büyüyecek. En sonunda da tüm Orbis'te duyulacak" deyince Ülgen ne yapalım der gibi Aykurt'a baktı. Aykurt ise "kız tam bi alfa. O yüzden o ne derse onu dinlemeliyiz" deyince sırıtarak Ülgen'e baktım. Adam sonuçta amcamdı görüşünü almam gerekiyordu. Oflayarak "tamam ama sessiz halledecez" deyince üçümüzde yaylarımız elimizde adamların yaklaşmasını beklemeye başladık. Adamlar yaklaşınca üçümüzde aynı anda okları serbest bıraktık ve oklar hedeflerine giderken hiç beklemeden yeni okları hazırladık bile. Üç Reptilian arkadaşlarının daha ne olduğunu anlamadan şaşkın bakışları arasında yere düşerken biz ikinci partiyi yollamıştık bile. Altı Reptilian da cansız şekilde yere düşerken biz de duvarın dibinden çıkıp yanlarına gittik. O anda Reptilianlar'ın az önce geldikleri sokağın başında dört tane Reptilian ortaya çıktılar. Arkamızda duyduğumuz seslerle de dönüp bakınca ellerinde oklarla hazır vaziyette en az 12 Reptilian bize saldırmak için bekliyordular. Aykurt sinirli bir şekilde "yolculuğumuz bayağı uzun sürmüştü zaten" dedi. Biz daha ne olduğunu anlamadan bi grup halk ellerindeki oklarla bizi hedef alan Reptilianlara saldırdılar. Biz de fırsattan istifade öndeki Reptilianları indirdik. Reptilianları etkisiz hale getirip yanımıza gelen insanlara bakmaya başladık. Ülgen "bu yaptığınız ortaya çıkarsa sizin için kötü olabilir" deyince "ne olabilir? Ülkemizi mi işgal edecekler? İnsanları mı öldürecekler?" deyince hak verdim adama. "Teşekkür ederiz yardımınız için" deyince adam bana bakıp gülümseyerek "Siz yeterki sağolun biz her zaman yardıma hazırız, Üsteğmen" deyince ağzım şaşkınlıkla aralandı. "Siz benim üsteğmen olduğumu nerden bildiniz?" diye sorunca adam da "Oyunlarda sizi izleme onuruna erişmiştim. Ve ticaret için sürekli Çevlik'e gelip giderdim kuşatmadan önce. Şunu bilin Üsteğmen; her ne yapıyorsanız yapmaya devam edin. Ve ne zaman bize ihtiyaç duyarsanız yanınızda olacaz. Şimdi gidin ve sizi bekleyen kaderinizi kucaklayıp onu kabul edin" deyince başımı olumlu anlamda sallayıp Ülgen'e başımla gidelim işareti yaptım. Ve koşarak uzaklaşmaya başladık. Ormana dalınca arkaya baktım takip eden var mıydı diye. Kimsenin gelmediğini anlayınca durup soluk soluğa nefeslenmeye başladık. "Güneşin doğmasına daha çok var. Ne yapalım koşmaya devam edelim mi? Yoksa sabahın olmasını mı beklemeliyiz?" diye soran Aykurt'a bakıp "hayır durup dinlenmek için vaktimiz yok. Biran önce devam etmeliyiz" deyince Ülgen bana bakıp "Melike haklı Aykurt. Yolu biliyoruz zaten" deyince Aykurt da "tamam o zaman bi yol haritası çıkarmalıyız. Neleri hangi sırayla yapmalıyız Ülgen?" diye sorunca Ülgen de "öncelikle Oğuz Kağan ve Gök Kurt'u bulmalıyız. Ondan sonrada Anka'yı bulalım" deyince ben de başımla onayladım. "Peki hangi tarafa gidiyoruz?" diye sorunca Ülgen Aykurt'a kaçamak bi bakış atıp "önce kendimize at bulmalıyız. Ondan sonrada İgnis'e gidecez" deyince zoraki de olsa "İgnis işgal edildi mi?" diye sordum. "Yok henüz edilmedi. Şu anda Terra işgal altında hatta birkaç gün önce şehrin düşmüş olması lazım." deyince Aykurt araya girip "iyi de Şahmeran tek orduyla ilerlemiyor. Şu anda iki ordu eşzamanlı olarak hedeflerine ilerliyor. Ve büyük ihtimalle de İgnis'te düşmüştür. Bunu ilerde daha iyi öğreniriz" deyince başımla onayladım üzgün şekilde. Acaba babamlar ne yapmışlardı?
  "Aqua, Terra ve İgnis düştü" deyince gelen haberciye baktım. "Melike'nin yokluğunda herşey birbirine girdi" diyen Ece'ye baktım ardından. "Peki Melike'nin ailesi naptılar? Kurtulabildiler mi Şahmeran'dan?" diye sorunca haberci de "bilmiyorum efendim. Ben sadece İgnis'in düştüğü bilgisine sahibim" deyince elimle çıkabilirsin işareti verince adam selam verip çıktı salondan. "Birşeyler yapmak zorundayız. Böyle pisi pisine kaybedemeyiz" deyince Tuğrul'a baktım. "Yapabileceğimiz herşeyi yaptık Tuğrul. Aqua da Terra da İgnis de beraber savaşma teklifimizi reddedip kendilerini surların arkasında güvende hissettiklerini bildirdiler bize. O yüzden ayrı kalıp zayıf düştük. Ve ne yapabiliriz bilmiyorum" deyince ayağa kalktım sinirle "ne demek ne yapabiliriz? Ne demek bilmiyorum Virginia? Bu Orbis bu Çevlik bize Melike'nin emaneti. Haksız mıyım Gece? Ece? Bergen?" diye sorunca üçü de "haklısın Alpaslan. Biz de bize yakışanı yapacaz ve kanımızın son damlasına kadar vazgeçmeyip savaşacaz. Öleceksek de Melike gibi savaşa savaşa ölecez" deyince Virginia da "savaşacaz veya bu belayı başımızdan def edecez yada bu uğurda can verecez" deyince Ece de "ya istiklal ya ölüm" deyince başımla onaylayıp "Mete surları en kötü savaş için onarın. Askerleri her an savaşacaklarmış gibi eğitime alın. Tüm halkı da eğitime alın. Biz onları koruyacaz elimizden geldiğince ama onlara ihtiyacımız olduğunda da bize yardım edecekler. Görünen o ki eli kılıç tutan herkese ihtiyacımız olacak bu savaşta. Ece, tahıl ambarlarını ve diğer tüm gıda depolarını kontrol edip eksiğimiz var mı öğrenin. Eksikleri de hızla giderin. Kuşatmanın ne kadar süreceği belli olmaz. Gerekirse esnaftan altınla buğday, bulgur ne bulabiliyorsanız alın. Hazineyi kullanmaktan çekinmeyin. Bize bu günlerde altın değil yiyecek lazım olacaktır" deyince herkes başıyla onaylayıp ayrılmaya başladı salondan. Koca salonda tek kalınca Melike'nin oturduğu yere baktım. Varlığıyla bile yaşama sevincim olan kadın aylardır yanımda değildi. Ve cesedini bile bulamamıştık. Belki diyorum küçük bi ihtimaldi ama içimden bi ses Melike'nin ölmediğini ölseydi bunu hissetmiş olmam gerektiğini ve biryerlerden çıkacağını söylüyordu. Ama tek bi gerçek vardı o da benim, o ne yapacağı belli olmayan deli dolu kadını hayvan gibi özlediğimdi. Üstünden aylar geçmesine rağmen hala kokusunu ve sesini çok iyi hatırlıyorum. Başımı eğip ellerimin arasına aldım. O kadar uzun süre geçtiği halde doğru düzgün uyumamaya alışamamıştı vücudum. Salonun kapısı açılınca bizim dört canavar içeri girdiler. Dördüne de aylardır annelerinin Cihangir'in yanına gittiğini söylüyordum. İlk başlarda çok sıkıntı olmadı ama daha sonradan artık bi terslik olduğunu hissetmeye başlayıp durgunlaşmaya başladılar. Artık o sarayı birbirine katan dört canavar yoktu. Onların yerine hiçbir şey yapmayı istemeyen yemek yemekten kaçan dört çocuk vardı. Yani bu dört çocuğun annelerinin Melike olduğu düşünülünce çok bile oyalamıştım onları. Ayşe'nin ağladığını görünce ayağa kalkıp yanına gittim. Ve kucağımı açıp sımsıkı sarıldım ona ve saçlarından öpüp "güzel kızım benim neden ağlıyorsun bakalım? Kardeşiniz neden ağlıyor?" diye sorup üç erkeğe bakınca üçünün de sinirli olduklarını gördüm. Hem de daha önce hiçbirini böyle sinirli görmemiştim. Ömer Fethi bile sinir küpüydü. Üçü de birbirine bakıp en soğukkanlıları olan Harun'a işaret verince "baba bu senin yöneticilerinden biri-" deyip Ayşe'ye baktı "kendi aralarında annemin öldüğünü konuşuyordular. Biz de duyduk işte" deyince kucağımdaki Ayşe de başını geri çekip "baba, annem öldü mü gerçekten?" diye öyle bi sesle sordu ki benim içim paramparça oldu. Şu anda çocuklarım için ayakta durmak zorunda olmasaydım hüngür hüngür ağlardım herhalde. Bana beklentiyle bakan bu dört küçük çocuğa ben ne söyleyecektim şimdi? En iyisi gerçeği söylemekti. Melike'nin bana söylediği gibi çocuklarımıza yalanı uzak tutacaktık. "Gelin bakalım çocuklar şöyle oturalım" deyince hepsi birbirine bakıp gösterdiğim yerlere oturdular. "Hani şu hepimizin yaralı geldiği gün vardı ya Cihangir dayınız, Kürşat dayınızın falan hatırladınız mı?" diye sorunca dördü de başıyla onayladılar. "Annemizi son gördüğümüz gün o gündü. Ondan başka görmedik artık" deyince Harun'a baktım. En soğukkanlıları oydu ama sonuçta küçücük çocuktu o da. Soğukkanlılıkta bi yere kadardı. Böyle durumlarda yetişkin olsan bile fayda etmiyordu. "Evet iş o gün bizim karşımıza bi düşman çıktı. Ve hepimizi yaraladılar ama anneniz-" cümlenin sonunu getiremedim. Çünkü o anları tekrar tekrar yaşadım. Ve gözümden yaşlar istemsizce akmaya başladı. Ayşe yerinden kalkıp yanıma geldi ve küçük elleriyle yaşları silip "baba ağlama" deyince "tamam kızım" deyip kucağıma oturttum onu. O da hemen başını göğsüme dayadı. "İşte o gün o kötü adamlardan birisi annenizi ağır şekilde yaraladı ve annenizi nehre attı" deyince dördü de birbirlerine baktılar. Ömer Fethi de "baba yani annem öldü mü?" diye ağlamaklı bi sesle sorunca "bilmiyorum oğlum" deyince üçü de ağlamaya başladılar. "Gelin yanıma" deyince üçü de kalkıp yanıma geldiler. Dördüne birden sarıldım bende. Onlar içli içli ağlarken ben de sessiz şekilde ağlıyordum.
  Ağlayarak uyandırıldım o anda. Etrafıma bakınca ormanlık bi alanda kuş cıvıltılarının arasında olduğumu fark ettim. Sağımda ise Ülgen ve Aykurt bana endişeyle bakıyordular. Ağlamam hala dinmemişti. Yerimde doğrulup oturur vaziyete geldim. Aykurt anlamış gibi başımı göğsüne yaslayıp bana sarılınca ben de daha şiddetli şekilde ağlamaya başladım. Sakinleşince başımı kaldırıp gözlerimi sildim. "Daha iyi misin Melike?" diye sorunca başımı olumlu anlamda sallayıp "evet teşekkür ederim. Siz niye başımdaydınız?" diye sorunca "rüyanda ağladığını fark ettik. Ağlaman şiddetlenince seni uyandırmak zorunda kaldık. Rüyanda ne gördün?" diye sorunca "Alpaslan'ın çocuklarıma benim öldüğümü anlatmasını" deyince ikisi de durumu anladılar. "Üzgünüm Melike" deyince birşey diyemeden önüme döndüm. "Herşeyi onlar için yapıyorsun Melike" deyince Ülgen'e baktım. "Şu anda onların yanına dönüp onlarla birlikte Şahmeran'a karşı koyabilirsin ama sen de biliyorsun ki böyle bi şansınız yok. Hiçkimse Şahmeran'ın elinden kurtulamaz bu savaşın sonunda. Özellikle senin soyundan gelecekler yani çocukların" deyince "peki gidip onlarla beraber bu yolculuğa çıksak? Ya da onlara yaşadığıma dair bi işaret göndersem?" diye sorunca Aykurt "ya o işaret Şahmeran'ın eline geçerse Melike? Ya Şahmeran senin hayatta olduğunu öğrenip tüm planlarını hızlandırıp Orbis'i hızla yok etmeyi düşünürse?" deyince Ülgen araya girip "onların yanına Çevlik'e gitmek sana çok zaman kaybettirir Melike. O zaman kaybından dolayı ölecek binlerce insan var. Zaman şu anda altın değerinde bizim için. Kaybedecek en ufak bi zamanımız bile yok" deyince haklı olduklarını anladım. Ve yapacak tek birşey vardı; biran önce bu yolculuğu bitirmek. "Haklısınız. Artık yoka çıkalım. İgnis'e az kaldı zaten" deyip yola çıktık. Günler süren yolculuğun sonunda beni muhteşem güzelliğiyle İgnis'in karşılamasını beklerken yanmış harabeye dönmüş bi şehir bulmak çok ağrıma gitmişti. Allah bilir kaç insanın canına kıymışlardı. Şehrin yarısı yıkılmış sadece ufak bi kısmı ayakta kalmış şehir kapısından içeri girdik tanınmamak için başımızdaki kapşonlarla. "Kılıçla yay nerde saklanıyor?" diye sorunca "Nesillerdir kılıca ve yaya sahip çıkan bi aile var. Mihmandar dediğimiz bu aileyi krallar hatta İmparatorlar bile bilmez. Bu aile babam tarafından özel olarak seçildi. Onlardan emaneti geri almaya gidiyoruz" deyip atıyla ilerlemeye başladı Ülgen. Aykurt'a bakıp "aranızda bi şifre falan var mı bu Mihmandar dedikleriniz kişilerle? Yani benim de söylemem gereken falan" diye sordum Ülgen'i takip ederken. "Hayır şifre yok aramızda. Biz ikimizi görmeleri yeterli oluyor" deyince merakla "peki emanetler babadan oğula geçince yani elbet sizi tanıyan insanlar yerlerini çocuklarına bırakırlar. Peki o çocuklar sizi nasıl tanıyacaklar?" diye sordum. "Ailemizden bize miras kalan iki omzumuzun arasındaki doğum izinden tanırlar. Sende de var zaten öyle değil mi?" deyince "şu aya benzeyen izi diyorsun değil mi?" diye sorunca "evet o. İşte o sadece biz Edam'ın soyundan gelenlerde var" deyince anladım der gibi başımı salladım. "İşte geldik" deyince atlarımızdan inip kapıyı çalıp açmalarını bekledik. Kapı açılınca gördüğüm iki kişiyle olduğum yerde şok içinde kaldım. Gördüklerime inanamayıp şaşkınlıkla "Emanet sahibi mihmandarlar siz misiniz?" diye sorabildim.
—-
-Ülgen ve Aykurt'u ve hikayelerini nasıl buldunuz? Samimi geldiler mi?
-Alpaslan ve çocukların konuşma sahnesini yazarken bayağı zorlandım be.
-Melike kimi görmüş olabilir ki bu kadar şaşırdı acaba? Kim bu mihmandar acaba?
-Bölüme oy vermeyi unutmayın
-Bölüme yorum yapmayı unutmayın gençler

ORBİS-YENİ DÜNYA(TAMAMLANDI)Where stories live. Discover now