IVV15

48 16 55
                                    



          Tüm yollar çift yönlü işler. Bizi cesaretlendiren; bir diğer seçeneğin de var olmasıydı aynı zamanda bir diğer seçeneğin olması zora sokar, alt üst ederdi. Hangisinde ilerlersen ilerle, ya gittiğin yol pişmanlığın ya da seçemediğindir. Ben tam da yol ayrımının en başında duruyordum, esen hafif rüzgarın koca çınarları savururken çıkardığı hışırtıyı dinlerken keyfime yatan o uykudan bir çırpıda uyanıyorum. Henüz geç kalmışlığın yahut yetişebilme olasılığımdan habersiz başımın altına yerleştirdiğim kollarımdan irkilip kalkıyorum.

 Saate, sağa sola bakmadan kalktığım yerden telaşla elime çift çift aldığım tablolarla aşağıya koşup bedenimi dışarı attım. Kapının önünde park ettiğim arabanın hemen kenarına yasladığım tabloların yanına aynı yolu geri dönüp odamdan aldığım tabloları getirip koymuştum. Zihnimde tekrar eden yalnızca tek bir hedef vardı, ne olursa olsun oraya yetişebilmek.

Moonport'a gitmeliydim, çok az zamanım kalmıştı belki de çoktan sergi bitmiş yarışma başlamıştı.. oraya gidene kadar durmamalıydın, durmayacaktım.

 Gözlerimde ki nedensiz doluluk, bedenimin yakında gelecek olan fırtınayı beklediğinin habercisiydi. Belki de bedenim direnmeye takati kalmayacağını haykırıyordu ama ben aksi olanları bir kenara savurup son tabloyu da arabanın arka tarafına yerleştirdikten sonra evimin kapısını dahi kilitlemeden can havliyle yola çıktım.

Yetişmem lazım, dediğimde iç sesim peşin sıra beni onayladı:

Yetişmen lazım.

Ayaklarım yarı buçuk debriyaj ve gaz arasında giderken süratimin hiç önemi yoktu. Yetişmeliydim. Zihnim tüm komutunu yalnızca buna odaklarken artık sesli olarak da söylemeye başlamıştım. Direksiyonu caddedeki en kör noktadan gelişi güzel kırıp duvarı sıfır geçtiğimde kesinlikle nefes alamıyordum. Deli gibi ilerlediğim yolda birinin canını kurban etmemek adına dua ediyorum. Sıralı çınarların dizildiği düzenli yoldan son dönüşümü yaptığımda henüz oraya varmadan, yolunda oluşmuş insanlar görüş alanıma girdi. 

Müthiş kalabalık gerginliğimin üzerine tuz basmıştı. Moonport sayılamayacak kadar insana kapılarını açmıştı yine ve ben bunun olacağını tam şu anda hatırlatmıştım kendime. Altın gövdesi güneş ışığında sergilenmiş, asilliğini denizin sığ sularına karşı dimdik tutuyordu. Limanına demir atılmışlar yatlardan tüneline giden yoldan özel konuklarını içeriye alınıyor sanki tüm o hareketlilik yetmezmiş gibi kanal araçlarını arka sokağında ağırlamıştı.

 Arabamı gözüme kestirdiğim en ters yöne park edip, emniyet kemerini söker gibi haznesinden tokasına bastığımla çıkarmam bir oldu. Ter, pantolonumun paçalarından az sonra akacaktı buna emindim çünkü göz kapaklarıma kadar dahi süzülmüş beni daha perişan hale koymuştu. Tişörtümün tersini çevirip yüzümü kuruladım ve etrafta bana yardımcı olabilecek birilerini aradım.

 Bir grup genç önümden geçtiğinde, saniyeleri sayan iç sesimi dışa vurdum: "Çocuklar, bakar mısınız? Yardıma ihtiyacım var tabloları içeri götürmem gerekiyor." Dediğimde genç grubun içinde ki kızlar benden uzaklaşırken yaşına oranla iri yapılı bir çocuk elindeki çantasını arkadaşlarına verirken "Olur ben yardım ederim, sergiye mi vereceksiniz?" Diye ekledi, diğerlerinin neden bana tuhaf bir adammışım gibi bakmalarına aldırmamaya çalışırken ithafıma gelen soruya odaklandım.

  "Evet yani bir an önce sergiye yetiştirmem gerekiyor." Arabamın arka kapısını açıp koruyucu kağıdının açılmamasına dikkat ederek tabloyu çocuğun ellerine bıraktım.

𝚅𝙴𝚁𝙸̇𝚃𝙰𝚂Where stories live. Discover now