IVV17

49 16 31
                                    



           En uzak yerlere kaçırdığım bakışlarım pencerenin yuttuğu soğuğun dışında kalan gökyüzündeydi. Sıkıca sarıldığım kasımpatı buketi ve burnumdan hiç gitmeyen acı bir koku. 

           Tadımda yok evvelinden beri, yani aslında bilmiyorum kendimi yine de eskisinden fazla şimdiye eksik kalmışım.

          Göğün mesken tutan sahipleri bedenlerini usulca rüzgarın kanatlarına savurup uçuyor, hepsi bir göçün habercisi ve şimdiden yolu tamamlayamayacak zayıflar, sürünün arkasında yerini almış umutla takibine devam ediyor. Başka koloni kuşları hemen çaprazda yollarını ayrı çizmiş ama belli ki orta sıralarda dalıp gidenler çoktan pes etmiş. Onlar yurtlarını özlememek üzere göç etmek için yaratılmış.

           Peki ya benim yurdum neresiydi? Çünkü ben kalmaya yazgılı bir kaderin mahkumuydum. Gitmeyi de bilmiyordum, ama.. benim kaldığım yerler neden evim gibi değildi? Neden hiç bir yere ait hissetmiyordum kendimi.

            Olduğum katta sesini yankılatan küçük megafona çevirdim bu defa bakışlarımı, cızırtı eşliğinde bir hemşirenin ismi anons ediliyordu. Parmaklarım daha sıkı dokundu buketin etrafına sarılı şeffaf sargıya, o vakit tabanlarımda sızlamalarım oldu. Ayakta dikilmek, sızıyı hissettiğim anda bacaklarımı da sarmış ağrısını yeni yeni fark ettirmişti.

            Elimi öne uzatıp kapıya benim dahi zor duyabileceğim şekilde vurup tıklattım. Ne zamandır gelmiyordum ve büyük ihtimalle yine istediğim gibi konuşamayacaktık. İçeriden ses gelmeyince karıncalanan parmaklarım kapının demir kolunu kavramış ve yavaş yavaş aşağı çekilirken kapıda peşin sıra aralanmıştı.

            Küçük bir inilti duyduğumda hareket etmeyi kesip titreyen bakışlarımla görebileceğim kadar eşikten içeri baktım. Yatağın içinde zayıf bedenini sermiş tavana tepkisizliği eşiğinde bakan bedeni ancak seçebildim. 

           Acıları onu cılız bir soluğa tutunmuş inlemelerle ifade ediyordu. Kapıyı tamamen açıp içeri girdiğimde bakışları bana dönmemişti, aslında hareket dahi edemiyordu. Koluna bağlı çift damar yolu, askıda üç irili ufaklı serum torbası ve göğsünden hayat yolu olmuş kabloların yatağıyla penceresi arasında kalan cihazda süregeliyordu.

          "Milhan.. sen mi geldin?" Hâlâ kapının koluna sıkıca sarılı olan elim sonunda kapıyı ardımızdan örtmüş ve kendime gelmemi sağlamıştı. Adımlarım tereddütle ilerlerken, bana bakmak isteyip de hali olmadığı için bakamıyor oluşuna, kendine içten içe dert ettiğini anlayabiliyordum.

           "Benim," ağzım bir başka kelimeyi daha konuşmaya hazırdı ama bunu yapamadım, önümde öylesine çaresiz yatıyordu ki ne söylemem gerektiğini kestiremiyordum. 

          Perdenin rüzgarın çarpmasıyla içeri doğru açılmasıyla gözlerim oraya kaymış ve o anda dolan gözlerimin ağırlığını hissetmiştim. Hastane odasının rahatsız edici iyodofrom kokusu, soğuk duvarları. Ritim cihazının her beş saniyede verdiği sinyali hepsi tümüyle tüylerimi ürpertiyordu. 

          Yüzüm yere dönmeden önce tekrar yatakta yatan bedene baktım, O kesinlikle son nefeslerini alıyordu. İçteki çöküşü artık derisinde belirginleşmişti. Kollarında galaksiyi kıskandıracak; morlar, kırmızılar ve onların içinden etrafına açılan diğer ağrılı renkler biraz sonra üzerine yıldızları düşürecek türdendi.

           "Kasımpatı.." boğazından çıkan hırıltılı sesi anladığımda elimdeki bukete bakıp kafamı belli belirsiz salladım. "Ölüm ancak bu kadar.. güzel kokabilirdi." Dudaklarının kenarları hafiften kıvrıldığında elimdeki çiçeği yanına götürüp serum olmayan kolunun kenarına bıraktım.

𝚅𝙴𝚁𝙸̇𝚃𝙰𝚂Where stories live. Discover now