3

229 36 102
                                    

Önceden insanlar yoktu. Ölüler de dâhil. Tek başınaydım, ağacım henüz ekilmemişti. Gözlerimi açtığım karanlıkta günlerce durduğum vakitler vardı; kırpmadan, kıpırdamadan.

Nerede olduğumun farkında mıydım? Emin değilim. Bir insan olduğumdan bile bihaber, anılarımın yerine dolan topraklar ile orada seneler geçirdim.

Sonra, uzun sürelerin ardından işitmenin ne demek olduğunu hatırladım. Üzerimde, tahtalarımın çok üstünde toprağımdan yayılan ses duyuldu, peşinden benliğim yavaşça geri geldi; artık kim olduğumu hatırlıyordum.

Bu daha mı iyiydi, bilemem. Sonuçta uzunca bir süre bana getirdiği tek şey acı olmuştu. Hayal kırıklığı. Hiçbir yere ulaşmayan çığlıklar. Olmayan gözyaşları. Bitmeyen sorular. Neden buradayım? Neden bilinçliyim? Ben öldüm, öbür dünya diye bir yer yok mu yani? Varlığım ölümden sonra devam mı edecekti? Yoksa... Cehennemde miyim?

Ne zaman olduğunu size söyleyemem (söylemeyeceğimden değil, artık geçen vakti hesaplayamıyorum da ondan) fakat kulağımda hissettiğim bir batma ile başladı her şey.

Bir kök. Bu kök, büyüdü, büyüdü ve bana bir yastık oldu. Hatta o kadar büyüdü ki artık tahtalarım ayrılmaya, kırılmaya başladı. Bu, dışarı çıkma fikrini düşlediğim ilk andı.

Ve işte şimdi, Alaca'nın arkasında durmuş, insanların biraz daha azalmasını beklerken tam olarak... —ne kadar olduğunu hatırlayamadığım ama uzunca olduğunun garantisini verebileceğim bir süredir dışarıdayım. Sadece akşamları tabii.

Toprağın bitimi bir süre sonra girintili çıkıntılı taşlara dönüşüyor, her seferinde çıplak ayaklarıma (o kadar karaydılar ki çıplaklıklarının fark edildiğini sanmıyorum bile) batıyor; yani, batıyor olması gerekiyor. Öldüğümden beri hiçbir şey hissedemiyorum.

İlk önce dokunmayı yitirdim. Gerçi, bunu öldüğüm vakit yitirmiş olmam büyük olası. Uzunca bir vakti mezarlığımda geçirdiğimden diğerlerini ölçmek için yeterli bilgim yok, yine de kıyas yaptığımda kendimi hala görebildiğim için şanslı saymalıyım; tat duyum yok olmak üzere ve kokuların da eskisi kadar net olmadığını yaklaşana kadar algılayamadığım çiçeklerden yola çıkarak belirtebilirim.

Dükkân kapalı, önünde ise çiçekler bırakılmış. Her seferinde değişiyorlar ve isimlerini bilmediğim o kadar çok bitki var ki! Önceden, yani hala hayattayken, bir bahçemiz vardı. Annem çiçeklerle ilgilenmeyi seven bir kadındı. Tek hatırladığım yanına gitmeyi, toprakların üzerinde çıplak ayak koşturmayı sevdiğim; annemin beni gülerek izlerken dadımın ayakkabılarımı giymem için bağırmalarıydı. Annemin bana çiçekleri tanıtan sözlerini ise unutmuştum.

Hoş, annemin sesini dahi hatırlamıyorum.

Çiçekçinin iki bina yanında bir şapkacı vardı. Tabelası buraya geldim geleli kırık, güneşten solmuş mavi rengin neşesinden uzak bir sıkıcılığa sahipti. Sahibi hariç kimsenin başında şapka görmemiştim henüz fakat bu, sadece geceleri geldiğimden de olabilirdi. Güneş altında insanlardan bihaberdim.

Şapkacı kapısını asla kilitlemezdi. Bunu biliyor olmam biraz kötü, farkındayım. Fakat akşam dahi olsa insanların yüzümü görmemesi gerekiyor ve bunu en iyi bir şapkanın altına saklanarak yapabilirim. Büyük, büyükçe bir şapkanın.

Sokak karanlıklara gömülü, dükkânlar artık terk edilmiş. Şapkacının kapısından elimi uzatarak en yakındaki şapkayı aldım ve birkaç adımda sokağın öteki ucuna geçtim. Bu sadece ikinci seferim. Birden fazla şapka almıyorum, ihtiyacım yok. Fakat ilki çürümeye başlamıştı; haliyle toprağın alına girince onu kurtçuklardan korumak pek kolay olmuyordu.

güne batanlar | tamamlandıWhere stories live. Discover now