1. Lidena

2.9K 185 61
                                    

  12.11.1844

  Willzorn İmparatorluğu,

  Kral 4. Zeord Dönemi, Dük Deilya Malikanesi.

   Hiçbir şeyin sıradan olmadığı bu dönemde kralın yardakçıları halkı pohpohluyordu. Son zamanlardaki savaşın verdiği hasar kırk yılda yaşanan doğal felaketlerin getirdiğinden çok daha fazlaydı. Üç yanardağ patlamış, on büyük deprem yaşanmış, dört tsunami, 85 devasa yangın görmüş olan imparatorluk son iki yıldaki savaştan aldığı hasara henüz erişememişti. Bu duruma rağmen çoğu soyluların evinde endişeli bir süreç vardı. Buna Dernon ailesi de dahildi.

   Dük'ün hizmetlileri telaşla salonda koşuşturuyorlardı. Bugün evin küçük beyi savaş için saraya gönderilecekti. Onun için yapılan bu ufak tören herkesi telaşa sokmuştu.

   Dük Dernon gergin suratıyla çalışma odasında dönüp duruyordu. Biricik oğlunu böylesine zorlu bir savaşa göndermekten daha çok çekindiği şey narin karısının buna dayanamayacak olmasıydı.

   Ayakkabısının sert topuğu her ahşaba vuruşunda uşağı gerginlikten bir kez daha yutkunuyordu.

   "Mantıklı mı Fera?" dedi kendi kendine. "Oğlum henüz kendi gelişiminin ortalarına gelmeyi başaramamış bir büyücü." diyerek derin bir nefes aldı. "Savaşçı bile değil." Yeşil gözleri kısıldıktan sonra kendisini sakinleştirmeye çalıştı ama başaramadı. "Ölür!" diye bağırdığında Uşak Fera korkuyla yerinde sıçradı. "Ölüme gönderiyorum!"

   Uşak Fera, çalışma odasında Dük tarafından zalimce muamele görürken Dük'ün eşi masaya daha kaç çeşit yemek koyabileceğini düşünüyordu. Dışarıdan tek derdi misafirlerini iyi ağırlamak gibi gözükse de içten içe kendisini meşgul etmeye çalıştığı aslında çokça belliydi.

  "Biraz daha kurutulmuş Sigrus balığı eti getirebilir misiniz?" diyerek ellerini zarifçe önünde kavuşturdu ve masaya baktı. Çeşit çeşit içkiler ve mezelerin bulunduğu masa bir türlü keyfini yerine getirmiyordu.

   Evin genç hizmetçileri telaşla mutfağa koşarken merdivenlerden gelen ayak sesleri ile bir an durup salona baktılar. Sonunda Küçük Bey şık kıyafetlerini giymiş ve çekingen bir şekilde ortaya çıkabilmişti. Saraydan gelen tebliğden beri odasından çıkmamıştı. Kendisinin savaşa bir ilgisi olmadığı açıkça belliydi ancak savaşa gitmezse yaşayacak bir vatanları da kalmayacaktı.

   "Anne, iyi misin?" diyerek zorla gülümsediğinde annesi de aynı zorundalıkla ona karşılık verdi.

  "Tabii ki iyiyim! Benim oğlum koskoca adam olmuş!"  Yeşil gözlerindeki ifade kırılmamak için direniyordu resmen. Kollarını kocaman açarak oğluna doğru birkaç adım attı. Nereden bilebilirdi, yirmilerine yerine girmiş, biricik oğlunun vatanı için savaşacağını?

   "Bu kadar hazırlığa gerek yoktu."diyen Eris sessizce gülümsedi ve annesinin açtığı kollarının arasına girdi. Ona sıkıca sarıldıktan sonra etrafa bakındı. Sanırım gece gerçekten de kalabalık olacaktı. Bu kadar çok hazırlığa göre ailesi bir hayli ciddiydi. Yine de yüzündeki umursamaz tavrı kaldırmadı. Endişesini belli ederek onları üzmek istemiyordu.
  
   "Her şey hazır mı?!"

   Babasının gür sesi malikanede yankılanınca annesinden ayrılıp merdivenlere baktı. Babası hızlı adımlarla aşağı avluya geliyordu.
  
   "Eris!" diyerek hızlıca merdivenleri inen babası kaşlarını çatarak kendisine bakıyordu. "Baba oğul, başbaşa, konuşmamız gereken şeyler var sanırım." Yanına geldiğinde kocaman gülümsemiş ve elini omzuna koyup sertçe sıkmıştı. "Daha fazlasına lüzum yok sevgili eşim. Böyle bir savaşın ortasındayken elimizdeki şeyleri rahatça sunmak, yanlış anlaşılmamıza sebebiyet verebilir. Elimizden geldiğince sade ve anlayışlı olmalıyız." dediğinde.

   Düşes Dernon kızarmış yüzü ile kafasını eğdi.

   "Haklısınız. Hemen ilgileneceğim."

    İmparatorluk böylesine büyük bir savaştayken nasıl olurdu da gösteriş yapmaya çalışırdı? Cidden eşi çok görgülü, çokça düşünceli bir adamdı. Yaptığı hatalarını bile böylesine güzel bir üslupla düzeltmesine yardımcı oluyordu.

   Dük bakışlarını oğluna çevirdi ve onunla birlikte malikanenin balkonuna doğru yöneldi.

   Geceyi bir kılıç gibi bölen ay ve onun sonsuz ışığı huzurunda durdular.

   "Oraya vardığında bana çokça sitem edeceksin." diyen babası ile Eris'in gözleri şaşkınca açıldı.
 
   "Hayır!" dedi hızla. "Hayır, neden böyle düşünüyorsunuz?"
 
   Babası bu şehirde yaşayan en babayiğit adamdı. Gücü, kudreti, bilgeliği onu hep etkilemişti. Onun oğlu olmaktan hep gurur duymuştu.

   "Sana hiçbir şey öğretmediğim için bana çokça güceneceksin Eris."

    Küçük Bey duyduğu bu laf ile bakışlarını kaçırdı. Birbirlerinden bir adım uzakta duran bu iki adam tamamen farklılardı.

   "Hayır baba..." dediği sırada Dük derince bir nefes aldı.

    "Oraya gitmeden önce sana kısaca anlatacağım." demiş ve iştihamlı aya gözlerini dikmişti. "Büyücüler, savaşçılar, nitelikler çokça farklılardır. Biz birer büyücü olsak bile büyüde temel bir kanun vardır. Olmayan bir şeyi yaratamazsın. Sen Tanrı değilsin."

   Eris, yeşil gözlerini kısarken nefesini tuttu. Tüm dikkatini babasının değerli sözlerini dinlemeye adamıştı. Şu anda kaçırabileceği tek bir kelime bile onu yıllarca pişman edebilirdi.

   "Büyücüler bu yüzden 3 sınıfa ayrılırlar. Temele hükmedenler, kâinata hükmedenler, ruha hükmedenler." dedikten sonra gözlerini oğluna döndü ve gözlerine baktı. "Temele hükmedenler Ateş, Su, Hava ve Toprak olarak ayrılır. Eğer bu dört elemente ulaşamazlarsa kullanamazlar. Dediğim gibi olmayanı yaratmak büyücülerin haddine değildir."

   Eris, şaşkın bakışlarını öylece babasına dikti. Babasıyla her zaman övünür, onunla gurur duyardı. Lakin şu anda babası, yirmi yıllık hayatı boyunca, ilk kez bu kadar heybetli ve güçlü gözüküyordu. Üstelik asker olmaya niyeti olmayanlara, Kral Sufran döneminden bu yana, doğaüstü güçlerin geliştirilmesi yasaklanmıştı. Bu yüzden halk güçlerini kullanabilecek bir konumda değildi. Sadece özel askerler ve ordu bu konularda eğitim alırdı. Zamanında halk bu güçler ile birbirine eziyet etmeseydi belki de şu anda bu kadar güçlü bir imparatorluğun aciz bir halkı olmayacaktı.

   "Kâinata hükmedenler de kendi içlerinde ayrılırlar. Hayvanlara hükmedenler, bitkilere hükmedenler, doğaya hükmedenler. Doğaya hükmedenler gariptir. Bazıları elektrik saçabilir, bazıları bulutları toplayabilir...güçleri belirsizdir. Beklenmedik olabilirler. Dikkat etmelisin. Ruha hükmedenler ise en korkunç olanlardır Eris. "

   Adam dertli bir nefes aldıktan sonra malikanenin önünde birikmeye başlayan insanlara baktı. Sanırım herkes saraya bir oğlan çocuğu göndereceği için bir hayli heyecanlılardı.

   "Ruha hükmedenler bazen insanların bilinçleri ile oynayabilir, bazen rüyalarına girip onları yönlendirebilir." dedikten sonra dönüp oğluna baktı. "Şu anda senin hangi gruba ait olduğun hakkında hiçbir fikrim yok ama sen bir büyücüsün oğlum. Annenin ve babanın ataları nesiller boyunca büyücü olarak imparatorluğa hizmet etmişlerdir. Şimdi bu asil görev sana ve senin asker arkadaşlarına kaldı. İnanıyorum ki senin gibi cengaver olan bir dolu oğlan vatanımızı bu pislik düşman ateşinden koruyacaktır!"

  Eris, babasının gözlerinde gördüğü inanca şaşkınca baktı. Ciddiydi. Oğluna sonuna kadar güveniyordu. Pekâlâ, güvenmekten başka da hiçbir çaresi yoktu.
  
   "Yemin olsun ki, tüm ruhumu, bu onurlu savaşa adayacağım!"

   Gecenin geri kalanında ev sahibi olan Dük salona geçmiş ve herkesi nazikçe karşılamıştı. Herkes en içten dileklerini sunmuş, oğluna verebilecekleri hediyeleri, en cömert şekilde sunmuşlardı. Dük, dostlarına ve onların sonsuz desteklerine defalarca kez teşekkür etse de pek mutlu değildi.

    Ordu, yıllardır savaş için eğitim almış ve oldukça güce sehipken böylesine perişan olmuşsa, güçlerinin adını bile bilmeyen oğlu mezarına gidiyordu. Tanrıdan ümidini kesmemeye çalışsa bile içten içinde büyüyen bu ölümün filizi zehirli bir sarmaşık gibiydi. Kendi ruhundan beslenip de büyümüyormuş gibi bir de onu zehirliyordu.
  

LidenaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin