10. KALPTEKİ SAKLI LEZZET

76 39 9
                                    


SERA ÇİÇEĞİ 10. BÖLÜM 


KALPTEKİ SAKLI LEZZET 


İnsan; karşısında mutlu insanlar özgürce dans ettiğinde, esaret altında olduğunu daha çok hatırlıyor ve karşısındaki insanların mutlu suratlarına gıpta ile bakıyor. Dans edenlerden birinin yerine kendini koyup, bir anlık da olsa soyutlanıyor bulunduğu yerden ve bir anda yalancı bir mutluluğun içinde özgürce tebessüm ediyor.

Biz. Ben ve o. Şampiyon Efnan ve herkesin hasta diye bildiği o görünmez kadın.

Ayla.

Onu esaretten kurtarmak isterken aynı esarete ben de hapsolmuştum şimdi. Ayla'yla aramızda hiçbir fark kalmamıştı, kapana kısılmıştık ve dans eden insanların suratlarına bakıp, kendi dünyamızdan biraz olsun sıyrılmak için hayal kurmaktan başka çaremiz kalmamıştı.

An, bu andı.

Bir bankta oturmuştuk ikimiz de. Kahverengi, hafif yaş, üzerini kuşların pislediği, ağaçların gölgesine kurulmuş olan bir bankta oturuyorduk. Hava hafif kararmıştı. Aramızda bir göl vardı. Gölün bir tarafında biz oturuyorken, diğer tarafında bir Yunan düğünü vardı. İnsanlar dans ediyorlar, çığlıklar atıyorlardı. Havai fişekler her gökyüzüne tırmanıp patladığında, başlarımız hafifçe yukarı kalkıyor, etrafa saçılan renk cümbüşüyle birlikte hafif bir tebessüm yüzümüzü kaplıyordu.

Göldeki ördekler bile düğünü izleyip kendi etraflarında dönerlerken bir yandan onları izliyor, diğer yandan elimizdeki simidi yiyorduk. Karşımızdaki insanlarla aramızdaki bu göl, iki farklı hayatın simgesiydi.

Onlar mutluydu, biz ölgün. Onların yaşamak için bir nedeni varken, bizim bizden başka kimsemiz yoktu. Hayat bizi kovalarken, biz ondan kaçıyorduk. Karşımızda hayatlarını birleştiren iki insan vardı, onların düğününde oynayan, bu iki insana eşlik eden bir sürü insan daha. İşte onlar bizim gibi kaçmıyor, aksine bu hayatı yakalıyorlardı. Biz... Her şeyin gerisinde kalmıştık.

Ayla'ya baktım. Hiçbir şey anlatmasa da... Yaşadığı en ufak bir yaradan bahsetmese de onu anlıyor ve yaralarını görüyordum. Görmek... Birini görmek ne kadar da olağanüstü bir olay aslında. Yalnızca gözlerle yapılan bir fiil değil birini görmek. Birini görünce sadece onu görmüş olmuyorsun. Onun içindekini de görmüş oluyorsun ve bazı insanların ne kılıkta olduğunun bir önemi olmadığını, işte o zaman anlıyorsun. Ben Ayla'yı görmüştüm. Ta içindekini görmüştüm. Belki... O da beni görmüştü. Sanki aramızda kimselerin anlayamayacağı bir bağ kurulmuştu. Sanki ona mühürlenmiştim. Belki ona hakkını vererek âşık olmamış, onu hakkını vererek sevmemiştim. Ancak ona hakkını vererek hayranlık duymuştum ve iki satır da olsa ondan bir şeyler duymak istiyordum. Ona yarenlik etmek istiyordum. Seyrek kirpiklerinin arasından bakan doludizgin bakışlarının esiri olmuştum. Anlamıştım ki bu dünya onu çok hırpalamıştı. O bu dünyanın hoyrat kollarında savrulup durmuştu. Anlamıştım ki kimsenin duyamayacağı bir tonda konuşuyordu.

Onu kimseler duymamışken... Onu duymak bana nasip olmuştu. Şimdi ise bu nasibin yükü altında ezilmekten onunla aynı tonda konuşmaya başlamıştım. Artık aramızda hiçbir fark kalmamıştı. Artık ikimiz de aynı hoyrat rüzgârda savrulup duruyorduk. İkimiz de kaybetmiştik. Artık ikimiz de rehinesiydik bu dünyanın.

Ancak ben seve seve razıydım buna. Seve seve yaşardım terk edilmişliği, seve seve yalnızlaşırdım. Üzgündüm ancak ne önemi vardı? Sonunda onunlaydım. Bu bana zafer kazanmış gibi hissettiriyordu. Bu, beni şampiyon yapardı. İlk defa birileriyle ringe çıkıp dövüşmeme gerek kalmadan şampiyon olmuştum.

SERA ÇİÇEĞİWhere stories live. Discover now