Ü Ç

6.6K 682 125
                                    

"Ve son sözü hep alın yazısı söyler." Sezai Karakoç

Erkam'la güneş doğarken camiden eve döndüklerinde onları hafif bir horlama sesi karşıladı. Önceki akşam getirdikleri çocuk salondaki koltukta derin bir uykunun kollarındaydı hâlâ ve gece boyu da bir kere uyandığı olmamıştı. Gözlerini açtığında nerede olduğunu çözmeye çalışırken yüzünde olacak ifadeyi merak ediyordu Harun. Gece orada olmaları Allah'ın bu kayıp çocuğa bir lütfuydu. Zira kimse onu bulmasa o soğukta donabilirdi ya da kötü niyetli birilerinin eline düşmüş olsa başına gelebilecek pek çok korkunç senaryo mevcuttu. Turuncu kahverengi saçları yüzünün büyük bir çoğunluğunu kapatan gencin bu umursamazca davranışlarına kafasını sallayıp mutfağa geçti.

Çayı ocağa koyduğunda Erkam da kahvaltılıkları buzdolabından çıkartıyordu. O da küçük tavalardan birini çıkarıp biraz tereyağını erittikten sonra Erkam'ın ona verdiği yumurtaları kırdı. Hazırladıkları sofraya oturdular. Bir yandan da salondaki misafirleri hakkında konuşuyorlardı.

"Tefekkür'de bir süre kalabilir fakat eğer anladığım gibi gidecek bir yeri gerçekten yoksa başka bir çözüm yolu bulmak gerekir. Daha kalıcı bir çözüm yolu..."

Arkadaşının söylediklerini onaylayıp "İşin aslını bir öğrenelim de Allah'ın izniyle bir çaresi bulunur elbet." diye ekledi.

Tefekkür'deki işlerle ilgili konuşmaya başladıkları esnada Harun'un telefonu çalmaya başlamıştı. Evin numarasını görünce "Hayırdır inşaAllah." diye mırıldanıp telefonu açtı.

"Hayırlı sabahlar oğlum. Yapmadıysanız kahvaltıya gelin."

Annesinin bu teklifiyle önündeki sofraya pişmanlık dolu bir bakış attı. Evde padişahlara yaraşır bir sofra varken burada kendi ellerinden çıkmış sıradan bir yumurta ve zeytin-peynirle doyurmuşlardı karınlarını.

"Biz yedik anne. Allah razı olsun. Ne yaptınız gece? Adeviyye rahat edebildi mi?"

Son soru dudaklarından döküldüğünde bir an duraksadı. Annesine, Adeviyye'yi sormak garip bir duyguydu. O an bu sorusundan pişman oldu lakin ne annesi ne de karşısındaki sandalyede oturan Erkam söylediklerinde tuhaf bir şey bulmuştu. O zaman neden kendisini bu kadar garip hissediyordu? Sol elini kaldırıp sarı saçlarının arasına daldırdı. Üstüne garip bir mahcubiyet çökmüştü.

"Ne yapalım işte evladım. Üzüldük öyle. Nasıl iyi bir kız bilsen, yük olacağım diye bize, aklı çıkıyor. Çok belli etmemeye çalışıyor ama rengi bir türlü geri gelmedi, evladım. Üzüntüsünü saklıyor ama gözlerinden okunuyor. Zaten sabah namazdan sonra tutamadık, hastaneye gitti."

Saçlarının arasındaki eli donakalırken; o saatte sokakların tenhalığı, vasıtaların azlığı takıldı aklına. "Bana haber verseydiniz, ben götürseydim."

"Ay, dedik oğlum ama istemedi. Kendi başına gitmek için ısrar etti. Müberra ben götüreyim dedi onu da kabul etmedi."

Genç adamın duyduklarıyla canı sıkılmıştı, sandalyesinden kalkıp mutfakta yürümeye başladı. "Neyse, tamam. Olan olmuş."

"Tamam evladım, ben haber edeyim diye aradım. Müberra kahvaltıdan sonra okula gidecek. Ben de Beyza'nın yanına mantı açmaya gideceğim. İHH'nın kermesinde satışı olacakmış."

"Akşam, işiniz bitince beni arayın almaya gelirim sizi."

"Tamam, evladım. Hadi Allah kolaylık versin."

"Allah'a emanet."

؞؞؞؞؞

Gün boyunca giderek yaklaşmakta olan duruşma için son hazırlıklarını yapmış ve her şey tamamlanınca da, Mehmet Bey'in dosyalarını biraz geç de olsa incelemiş ve onu üniversite yıllarından tanıdığı bir arkadaşına yönlendirmişti. Odasından çıktığında hava bir hayli kararmıştı. Koridoru yürürken beş altı gün öncesinde yine böyle bir vakitte olanları geçiriyordu aklından. Öfkeli bakışlarını adamın kapısına dikti, öfkesi ilk anda hissettiğinden çok daha derindi. O haysiyetsiz adam nasıl olmuştu da Adeviyye gibi bir kadına o aşağılık lafları söyleyebilmişti?

HasbelkaderWhere stories live. Discover now