XIII/titreme+yarım

4.8K 502 104
                                    

"Kandırma kendini,
Seni sevmeyeni sevemezsin."

5 Haziran 2016
Seul

Günler çok çabuk geçiyordu. Bugün altıncı günüydü onun evinde kalışımın. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum, bilmiyorduk. Sadece şu kısıtlı günlerde ona karşı içimde büyüyen sevgiden yoksun bırakamıyordum kendimi. Çekiliyordum parça parça, sokuluyordum lime lime. Derdinden önce devasını bulduğum kolların her geçen gün bir başka birine aitmiş gibi hissettiriyor oluşuna bile tutunuyordum. Çünkü o, hoşlantısından çoktan geçip sevgisine, aşkına tutulduğum adamdı.

Kapıyı açarak bana gülümseyen Ho Seok, elimdeki poşetleri almak için eğildi. Ona izin verip ellerimdeki yüklerin kalkmasını sağladığımda kollarımı silkeledim. Poşetler oldukça ağırdı, bir hayli alışveriş yapmıştım.

"Gelmişsin." Dedim içeriye doğru adımlayarak. Elindeki poşetlerle mutfağa giderken bağırdı.

"Evet, işim erken bitti. Bende bir uğrayayım dedim." Mutfağım kapısını ayağıyla açıp içeriye girmesini izledikten sonra adımlarımı Jung Kook'un odasına yönlendirdim. Yaklaşık yarım saattir evde yoktum ve onunsa sadece odasında yattığını tahmin edebiliyordum bu süre zarfında. Ho Seok'un onu görüp görmediğini, ne zaman geldiğini bilmiyordum. Sorma ihtiyacı hissetmeden gözünün önünden kaybolmuştum bile. Ho Seok, şu zamanlarda Jung Kook'un arkasında olan tek kişiydi. Onu hayatından beni çıkarttığım zaman geriye sadece Ho Seok kalıyordu. Bu yüzden ona her zaman minnettar kalacaktım. Her ne kadar aramı yarım yamalak düzeltebildiğim arkadaşım Eun Ha ile bir ilişkisi olsa da ve ben bunu tasvip etmesem de Ho Seok sadakatli birine benziyordu. Bunu her gün Jung Kook'un evine uğrayıp onu ziyaret etmesinden anlayabiliyordum. Umarım Eun Ha'ya da aynı şekilde davranırdı.

Odanın aralık kapısını elimle iterek açtığımda yatağın üzerinde titreyen bedenini görmemle durakladım. Aklımdaki tüm düşünceler uçup gitti ve yalnızca o kaldı. Bunun ne olduğunu biliyordum, adını söylemeye dilim varmasa da bedeni döküyordu her şeyi ortaya. Hava kararmaya yüz tuttuğundan bedeni koca yatağın içinde küçücük bir gölge gibi duruyordu Jung Kook'un. Ve o gölgenin, göğsüme her gece sığınan o küçücük gölgenin tir tir titrediğini görüyordum şimdi. Gözlerimin önünde parçalara ayrılıyordu, Jung Kook. Tanrının bize bahşettiği günün bitiminde yeniden parçalanıyordu. Her gün biraz daha fazla...

Elim, düğmeye gitti önce. Fakat durakladım sonra, ikimizin de şu zamanda ihtiyacı olacak son şey bile değildi ışık. Karanlığa ihtiyacımız vardı.

Uzun bir adım attım ve dizimi yatağa yasladım.

"Jung Kook." Dedim mırıldanarak. Onun bu durumuna alışmış olmaktan nefret etsem de, her gün yaşamaktan usanmadığım endişelerimi ona belli edemezdim. Sarmalayabilirdim onu yalnızca. Acılarını kucaklayabilirdim. Saniyeler içinde buz kesilen parmaklarımla arkası bana dönük omuzlarını kavradım.

"Jung Kook, bana dön hadi." Baş parmağım omzunun bir karış altını okşadı tişörtünün üzerinden bile hissettiğim soğukluktaki tenini. Hafif nemliydi, terlemişti. Omuzları sarsılmaya devam ettiğinde sesimin titrememesi için büyük bir çaba sarf ettim.

"Jung Kook, beni duyabildiğini biliyorum. Ve eğer beni görmek görmek istiyorsan, bana sarılmak istiyorsan bana dönmelisin." Yastığa dökülen kestane rengi saçlarının üzerinden geçtim parmaklarımla. Ensesine uzanan parmaklarımla ovdum tenini. İçimdeki kopan fırtınaların haddi hesabı tutulamazdı şimdi. Ama yaşayamazdım, onun gözlerinin önünde kusamazdım fırtınalarımı. Defalarca kez yutmalı, içimi dağıtmasını izin vermeliydim yalnızca. Derin bir nefes aldım bu yüzden. Çabalarım neredeyse yetersiz gelmek üzereydi, bedeninin üstüne yığılacakmış gibi hissediyordum her defasında. Bunun için bir derin nefes daha aldım.

azalea ¦ jeon jungkookWhere stories live. Discover now