o n b i r

1.3K 93 19
                                    

“Burası mı yani?” diye sorduğumda kafasını sallayarak cevap veren korumayı takip ederek uzun merdivenin ilk basamağına atmıştım korkak adımımı.

Başımın döndüğünü hissederken onu diğer adımım takip etmişti.

Uzun zaman sonra Japonya’ya geri dönmüş, ailemin yeni köşküne girmeye hazırlanıyordum. Kalp atışlarım gerçeğin on katına ulaşırken dudaklarımı ısırdım ve olabildiğince yavaş olan adımlarıma bir yenisini daha ekledim. Burada olmak istemiyordum. Buraya ait her şeyden, herkesten nefret ediyordum.

Ama babam Başkan adayı bir vekildi ve ben, o muhteşem aile tablosuna ait olan resmi tamamlamak zorundaydım.

Başka seçeneğim yoktu.

Hiçbir zaman olmamıştı.

Göz açıp kapayıncaya kadar geçen o süreç içerisinde, iki tarafa doğru açılan o koca kapıyla göz göze geldim ilk önce, ardından biz daha zile basmadan ardına kadar iki hizmetli tarafından açıldı. Dudaklarım son hızda kurumaya devam ederken elimle saçlarımı karıştırmıştım ki, anlımın köşesinde çıkan küçük bir sivilce hissetmemle saniyelik bir duraksama yaşamıştım.

Evin önünde, arabada aynada kendime bakarken bu sivilce orada değildi.

Yalnızca bir merdivende bir sivilce çıkardıysam, bu haftayı ölmeden geçirebileceğimden emin değildim.

Zorla geçirilen topuklu ayakkabıların rahatsızlığından dolayı ayaklarım acırken, elbisemi düzeltme gereği hissettim. Hâlbuki gerek de olduğu söylenemezdi... Kameralar açılmadan önce 50 kişi tek tek dikişlerine kadar düzeltecekti çünkü.

Lakin kimse benim yarama bir dikiş atma derdinde değildi.

Sahi, en son ne zaman birinin ilk aklına gelen kişi olmuştum?

İçeride ne anneme, ne de babama ait hiçbir iz göremezken, ablam Miya bana doğru gelmiş ve karşımda durmuştu. Bir yabancı gibi, tam da karşımda, iki adımlık mesafede adımlarını yere sabitlemişti.

“Hoş geldin, Mina. Yeni evimizi nasıl buldun?” Miya da benim gibi lise hayatı boyunca yurt dışında, İsveç’te okumuş, ardından işlerin başına geçmek için zorla Kore’ye getirilmişti.  O ise, para, şan - şöhret ve ilgi olduğu sürece, bundan memnun gibi davranmaya çalışıyordu. Hakkını da yiyemem, rolünü çok güzel oynuyordu.

Bu evde, mutlu rolünü benden daha iyi herkes layığıyla beceriyordu.

Benim kitabımda ise yalnızca matematik vardı. Mantık, düşünce... Ben aşkımı bile cesurca, isteyerek yaşayamamış, bir ay önce ilk ve son aşkıma vedamı etmiştim.

Okulumu değiştirmiş, şirket seçmelerine yalnızca yanımda kalan tek arkadaşım Jackson için katılmıştım.

Şansa bak ki, o da bir ay içinde kendi memleketi Tayland’a dönmüş, anne ve babasının oradaki işlerini kısa süreliğine devralmıştı.

“Estetik açıdan, muazzam.” Dedim düşüncelerim arasından Miya’ya. Öyleydi. Etraftaki ünlü tablolar, koltuklar, yemek masası, avizeler... Üst kata uzanan merdiven ve hol. Bunların hepsi, herkesin yaşamak isteyeceği bir hayaldi.

“Fakat içinde mutlu kalpler olmayınca, boş bir binadan farkı kalmıyor.” Diye tamamladım cümlemi ve o kısa bir an hüzün geçen bakışları ardında onu arkamda bırakarak ilerledim. Topuklu ayakkabılarımın salonda çıkardığı ses kulaklarımı tırmalarken, üst kattan gelen ayak sesleri ile arkamı döndüm.

Bu ise, abim Mizu’ydu. Ailemin M özellikli mükemmel çocukları da bu kadardı işte. Küçükken idolüm olan adama bakıyordum şimdi de, kalbi kırık bir kardeş bırakan adama.

“Hoş geldin, Mina.” Diyerek kollarını açarak üzerime geldiğinde bir anda Miya’ya döndüm ve onu taklit ederek, ellerimi önümde birleştirerek hafifçe eğildim önünde.

“Merhaba, Mizu.” Diyerek kısa kestim ve tekrar pencereye dönerek manzarayı izlemeye başladım. Yüzündeki o koca hayal kırıklığını yıllar önce, beni zorla Kore’ye gönderdiklerinde yaşamıştım ben. Üzülmemem gerektiğini bilirken canımın yanıp gözlerimin dolmasına bir lanet savurdum içimden.

Kimse beni düşünmezken, ben nasıl bencil olamıyordum.

Etradımda kalbi olan kimse bulunmazken, bu kalp nasıl yitirilmiyordu da hâlâ atmaya devam edebiliyordu?

Mizu, bizden farklı değildi. O da liseyi İngiltere’de okumuş ve buraya iş için zorla getirilmişti. Okulum bittikten sonra benim için de öyle olacaktı. Ben kendi hayatıma sahip değildim, bütün hareketleri başkaları tarafından kontrol edilip oynanan bir kukladan başka hiçbir şeydim ben.

Hiçbir şey.

Aşağı doğru gelen topuklu ayakkabı sesleri duydum ama bir tane değildi, yukarı çıkan ilk merdivenden ilkinden annem babam ve birkaç koruma inerken, diğer merdivenden, Bambam’in annesi iniyordu.

Arkasında Bambam ile.

Nefesimi tutarken Miya ve Mizu’nun bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Ona olan hislerimi küçükken Miya günlüğümü karıştırırken öğrenmiş, Mizu’ya dalga geçerek söylemişti, Mizu ise onu azarlayarak bunu kimseye söylememesi için tembihlemişti.

Ve benim hislerim, o günden bu güne bir kalp kırıklığından öteye gidememişti.

Kemiklerim kırılıyormuş gibi hissetsem de gülümsemek zorunda kalmıştım o an, çünkü hepsinin ardından kameralarla inen gazetecileri görmüştüm.

Babamın bana karşı olan o çatık kaşları perdeyi açmıştı. Ellerine iplerimi almıştı.

Oyun başlıyordu.

love story | bambamWhere stories live. Discover now