IV/don't you come inside

9.8K 1K 339
                                    

Namjoon ve Seokjin gideli neredeyse yarım saat olmuştu. Kendimi halsiz hissetmekle beraber daha iyi olduğuma inandırmak için telkin etme çabalarım ise hala sürüyordu. Namjoon Jimin ile konuşmayı bitirdikten sonra kendimi yeniden tuvaletin içine bugün artık saymayı bıraktığım kadar çok kez kustuktan sonra ikisini benim için yapabilecekleri bir şey olmadığına ikna ederek kapı dışarı etmiştim. Tabii bu ikna çabam kırk dakika sürmüştü. Ben kustuktan, yeniden duş aldıktan ve giyinmeye hal buluncaya kadar üzerimdeki havluyla yatağımda uzandıktan sonraki kırık dakikadan bahsediyordum. Yani şimdi hava kararmış, oturduğum yerin hatta holün ışığını bile açmaktan aciz bir şekilde kanepeme kıvrılmış neredeyse kuruyan ve taramadığım için birbirine giren saçlarımla yatıyordum. Yastığım öteki kanepede kalmıştı, telefonum nerede bilmiyordum, susamıştım ve mutfak çok uzaktaydı. Tanrım, çok mutsuzdum. Mutsuz, halsiz, nefes almak için bile fazla yorgun bir aptaldım.

Seokjin gitmeden önce bana çorba yapmayı teklif etmişti. Ona gerek olmayacağını kendimi daha iyi hissettiğimi söylemiştim. Fakat kimi kandırıyordum ki, hala bok gibiydim. Çorba yapmayı geçtim bir bardak su bile alamıyordum ve çorbayı içtiğim ilk kaşıkta iki mislini bugün kusmaktan aşınan tuvaletin seramik zeminine çıkaracağımı biliyordum. 

Bir de aklımdan çıkmayan Jimin sorunsalı vardı. Namjoon'un buradayken onunla konuşması ve sesindeki karmaşayı hatırladıkça midem daha da bulanıyordu sanki. Onu hayatımdan çıkarmak istedikçe onun yaptığı her şey, ki bence hepsi istemsizdi çünkü Jimin beni gerçekten de hayatında istemiyordu, beni daha fazla onu düşünmeye itiyordu. Onu düşünmeye, bundan yalnızca bir ay önceki hayatımıza dalıp gitmeye, onun beni bir zamanlar sevdiğini bildiğimi hatırlamaya itiyordu. 

Jimin bundan sonraki hayatım için başlı başına bir sorundu.

Onunla yedi aylık bir beraberliğimiz olmuştu. Tam yedi ay boyunca birbirimize yapmadığımız şey kalmamıştı. Kabul etmek gerekirse, biz biraz dişli bir çifttik. Kavgalarımız asla bu evden, okuldan ya da girip çıktığımız ortamlardan eksik olmazdı. Bir taraf hep diğerini kışkırtırdı, sabrının sınırlarını denemek için elinden gelenin fazlasını yapardı. İkimiz de inattık, ikimiz de yenilgiyi kabullenmeyi sevmezdik ve ikimiz de özür dileyen taraf olmayı sevmezdik. Bundandır ki her şiddetli kavganın sonu birkaç saatlik sessizlik, yavaş yavaş kendini gösterme ve sakinleştiğini belli etme aşaması ve daha sonra ise ateşli bir sevişme ile sonlanıyordu.

Yine de, o bana karşı hiç taviz vermese de ben hep daha yumuşak yaklaşan taraftım. Çünkü onu çok seviyordum ve böyle aptal kavgaların sonumuz olmasından deli gibi korkardım. Bu yüzden yenilgiyi kabul etmeyi gram sevmesem de ara sıra bana sitem eden cümlelerini sindirip onu yanağından öperdim. Böylece o susardı, ben de gönül rahatlığıyla onun rahat göğsüne uzanırdım.

Nitekim, korktuğum başıma gelmese de Jimin'in kendi üstünlüğünü kabul ettirme çabası son olarak beni terk etmesiyle gün yüzüne en net şekilde çıkmıştı. Korktuğum o kavgalar sonumuzu getirmemişti fakat ben yine de tüm bu yaptıklarını sindirmiştim. Ve bu sefer Jimin gitmişti, hem de onu yanağından son bir kez öpemeden.

Yani demek istediğim Jimin, hayatımda var olduğu süre boyunca hep sorundu. Fakat bu sorun hiçbir zaman göğüs kafesimdeki boşlukları fırsat bilip sayısız bıçağı umarsızca göğsüme saplamazdı. Şimdi ise hastaydım, fakat üç haftadır değil. Şu an bile zor nefes alıyor oluşumun sebebi asla damarlarıma yerleşen bu hastalık değildi, Jimin'i hala deli gibi seviyor oluşum ve onun artık bunu umursamıyor oluşuydu.

Hiç beklemediğim bir anda zil çaldı. 

Tanrım, umarım Taehyung falan gelmiş olmazdı çünkü onu bu saatte hiç çekemezdim. Ayrıca kim beni bu hasta halimle rahatsız etmek isterdi ki? Namjoon'un aileme haber vermemiş olmasını diledim çünkü annem tam bir baş belasıydı. 

Zorla da olsa ayağa kalktım, bu esnada kapı yeniden çaldı. Oflayarak salondan çıktım, çıplak ayaklarımı yere sürte sürte, kollarımı duvarlara çarpa çarpa kapıya ulaştım. Işığı yakmakla bile ulaşmadım ve olabildiğince hızlı kapıyı açtım. 

Gözlerim benim için dakikalardır kapıda bekleyen kişiyle buluştuğunda midemde bu sefer bulantıyla alakası olmayan bir çalkantı varlığını gösterdi.

"Rahatsız ettiğim için üzgünüm." Kelimeler onun ağzından döküldüğünde bile onun burada olduğuna inanamadım. Jimin bu saatte evimin, yani eski evimizin, kapısının önünde neden olurdu ki? Ya da neden olmalıydı? 

Üzerinde bu havaya rağmen uzun kollu ve kapüşonlu bir sweat vardı. Dizleri yırtık bir kot, saçlarını gizlediği siyah bir şapka şu an için üzerinde görebildiğim şeylerdi. Gözlerinin içine sanıldığının aksine bakışlarımı kaçırmadan doğrudan baktım. Göz kapakları biraz şişmişti, dudakları kurumuş ve yanakları kızarmıştı. Ona uzun zaman sonra ilk defa bu kadar yakından bakıyor olmanın gerçeğiyle kapının pervazına yaslandım. Tanrım, her geçen gün daha fazla özlüyordum. Onun böyle kapımın önünde, eskiden 'evimiz' olarak tanıttığımız yerin girişinde olduğunu görmek benim için hazır olunmadıktı. 

"Merhaba." Dedim onun tersine direk konuya giriş yapmaktan çekinerek. Sesim gün içinde olduğu gibi yine kısık ve bitkindi. Hatta neredeyse gece olduğundan ve uzun zamandır konuşmadığımdan biraz kalın bile çıkmıştı.

"Şey, hasta mısın?" Çekingendi, diğer geçen günlerin aksine ilk defa çekingendi. 

"Evet." Olabildiğince kısa cevaplar vermeye ve kendim rezil etmemeye çalışıyordum. Çünkü şu an savunmasızca bitkindim, söyleyeceğim şeyleri kestiremeyebilirdim. Saçmalamak da benim işimdi doğrusu. Bu yüzden kısa ve net olmak iyiydi. Ayrıca böyle olması da benim ona karşı olan tutumumun umursamazca olduğunu empoze ederdi. Böylece bana daha fazla acımasını engellemiş olurdum belki. Gözlerimin içine bakarken şapkasını düzeltti.

"Dün içtiklerin mi dokundu?"

"Sanırım." Dedim omzumu silkerken.

"İlaç aldın mı?"

"Neden umurunda?" Deyiverdim birden bire. Afalladı, beklemediği çok açıktı. Ve nedense ben çok rahattım, bunun sebebi ateşimin olmasından dolayı da olabilirdi tabii. 

"İlacının olup olmadığını merak ettim. Genelde evde bulunmaz." Üç hafta sonra ilk defa bu kadar uzun bir konuşma yapıyorduk. Hatta adam akıllı ilk konuşmamız diyebilirdim. 

"Neden buradasın, Jimin?" Ona uzun zaman sonra adıyla sesleniyor olmak kollarımdaki tüylerin diken diken olmasına sebep oldu. Daha fazla ayakta duramayacağımı düşündüğümden kafamı de pervaza yasladım. Uzun sayılabilecek bir sürede gözlerime baktı, yüzümü inceledi.

"İlacın bende kalmış. Getirmek istemiştim sadece." Sweatinin cebinde duran sağ elini elindeki tabletle birlikte cebinden çıkardı. İkimizin arasında tutarak bana uzattı. Hiç açılmadık bir tabletti bu. yavaşça elime aldım ve tablete baktım. Ne zaman mide rahatsızlığı yaşasam kullandığım ilaçtı. İlacı elinden alır almaz arkasını döndü Jimin. Merdivenlere oldukça yakınken ona seslendim.

"Jimin." Durdu, bedeni sabit kalırken kafasını bana çevirdi. 

"İçeri girmez misin?" Kafamı pervazdan kaldırıp kafamla içeriyi işaret ettim. 

Onu içeri davet etmiştim. Çünkü hatırlıyordum, üç ay önce yine aynı hastalığı yaşadığımda tabletteki son ilacı dilimin üzerine koyan kişi Jimin'di ve bana suyumu içirirken ilacın bittiğini söylemişti. 

*

Merhabaaaaa,

İyi okumalar. Yorumlarınızı eksik etmeyin.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz.

apego ¦ jikookDonde viven las historias. Descúbrelo ahora