bir - part I

6K 301 44
                                    

Jaluzimin çıtalarının sayısız parçaya böldüğü güneş ışınları tembel tembel sessizlik içindeki odama süzülüyordu. Odada sadece dönen fanın sesi vardı. Hafif ve sakinleştirici ses bende yeniden uykuya dalma isteği uyandırıyordu. Tenimin üzerindeki battaniye yumuşak ve sıcaktı. Dışarıdan yükselen çim biçme makinesinin sesine bakılırsa komşulardan biri bahçe işlerini bu gün bitirmeye kararlıydı.  

Eylülün ortasında bir cumartesiydi. Ne sıcak ne soğuk olan hoş hava yazdan sonbahara bir merhabaydı. Bu gün eylülün on sekiziydi. Yirmi birine -yani teknik olarak sonbaharın ilk gününe- birkaç gün kalmıştı ama tüm gücüyle parlayan güneş bunu umursuyor gibi görünmüyordu. 

On sekiz eylül, doğum günüm. 

Yataktan kalktım ve kollarımı başımın üzerinde yükselterek esnedim. Kendimi biraz bile yaşlanmış hissetmiyordum ama bu şekilde olmalıydı sanırım. Birden bire daha olgun hissedilmezdi. Bu kademeli bir şeydi. Dün on sekizdim, bu günse on dokuz. Ama benim için değişen tek şey bir gün geçmiş olmasıydı. 

Bu gün için hazırlanmaya başladığımda kahvaltıda özel bir şey olup olmadığını ve nasıl hediyeler alacağımı düşündüm. özellikle Nova'nın -üvey kardeşimin- bana ne aldığını merak ediyordum. Nova sekiz yaşındaydı ama bana her zaman kalbimi ısıtacak hediyeler alırdı. Tatiller için, doğum günlerim için ya da sadece bana hediye almak istediği için. Bana bu gün ne almıştı acaba? 

Elimi saçımdan geçirip ışıldayan güneşi daha fazla engellememek için penceremin jaluzilerini açtım. Parlayan beyaz küre berrak mavi gökyüzünde asılı duruyordu ve göz alıcı ışığıyla bütün odamı yıkadı.  

Bu günlerde hava hep güzel olsa da bu gün özellikle sıcak bir gündü. Genelde yumuşak bulutlar gökyüzünü lekelemiş olurdu ama bu gün tamamen açıktı. Sonsuz mavi, yeryüzünün üzerinde uzanıyordu. Gerçekten güzel bir gündü ve on dokuzuma basmamla ilgili sızlanmaya hakkım yoktu. 

Odamı geçtim ve merdivenlerden aşağı indiğimde ayakkabılarımı giydim. Oturma odasından doğruca mutfağa giderken mutfaktan gelen sesleri duyuyordum. İçeri girdiğimdeyse tam bir karmaşayla karşılaştım. Üvey annem cep telefonuyla konuşuyordu, Nova masada oturmuştu ve elinde bir tart vardı. Babamsa hiç bir yerde görünmüyordu. Jenny -üvey annemin stilisti- elinde bir not defteriyle karo mutfak zemininde annemin bir ileri bir geri yürüyüşünü izliyordu. Yemek şirketinden bir yönetici bizim davetlerimizi planlayan kişiyle konuşuyordu. Aniden bütün bu karmaşa bana hangi zamanda olduğumuzu hatırlattı. 

Seçim dönemi. 

Babam Lakefield'ın belediye başkanıydı. Bu eski şehir, Eugene'in bir buçuk saat, Portland'ın iki buçuk saat güneyinde kalıyordu. Babam bu görevi on yıldır elinde bulunduruyordu ve her dönemin beş yıl sürdüğünü hesaba katarsak bu durum böylesine küçük bir şehir için pek alışılmamış bir şey değildi. Bu eylül onun ikinci döneminin sonuydu. Ya yeniden seçilip üçüncü kez başkan olacaktı ya da görevi bir başkası devralacaktı. 

Bu demek oluyordu ki annem şu an tam bir başkan karısıydı. Yemekler, davetler organize ediyor seçim için fon buluyordu. Babamın çok sevilen ve yeniden seçilmesi zor olmayan bir insan olmasına rağmen, annem hala insanları evimize davet ediyor bütün çekiciliğini kullanıp onlarla arka verandada çay içiyordu. Babam siyasette iyiydi ama asıl seçim kampanyasını annem yürütüyordu. 

Bütün bu seçim süresince Nova ve ben hiç bir haylazlığa izin verilmeden, şık elbiselerin içinde, yüzümüzde bir gülümsemeyle ailemizin yanında beklemeye zorlanıyorduk. Ben başkanın kızıydım -tek biyolojik kızı- yani ciddi, destekleyici ve güzel olmalıydım. Ama gerçek şu ki ben bunların hiçbiri değildim. Resmi giyinmekten, çay içmekten, el sıkışmaktan ve kesinlikle annemin yaptığı gibi etrafta dolaşıp patronluk taslamaktan hoşlanmazdım. Sıradan politikacı kızı olmak istemiyordum ama annemin öyle olmamı istediği açıktı. Babam büyük bir şehrin başkanı değildi ama yine de istemiyordum işte. 

Evergreen [h.s] (Türkçe)Where stories live. Discover now