on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı

13.1K 1.3K 1.6K
                                    

ben küçükken chan hyung ağlamamı kesmek için bana şarkı söylerdi. tam olarak şarkı söylemek denmezdi aslında buna, mırıldanırdı daha çok. saçlarımı okşar ve kelimelerini bile seçemediğim aptal bir melodi mırıldanırdı. o zamanlarda hep chan hyunga bunun karşılığını nasıl vereceğimi düşünürdüm, çünkü o ağlamazdı. benim onu sakinleştirmeme ihtiyacı olmazdı.

minho yüzünden ağladı ilk kez. yani benim bildiğim kadarıyla ilk kez. minho'nun yırtık siyah pantolonundan kanayan dizlerini gördü ve gözlerimin önünde ağlamaya başladı. bana ihtiyaç duymadı göz yaşlarını silmek için, minho sarıldı ona. minho sakinleştirdi. o zamanlar kahverengi olan saçlarını okşadı. ve ben tam yanlarında ağlarken ilk kez chan hyung beni tutsun istemedim. ilk kez o gün canım yandı, evet. ama ben ne kadar bencil olduğumu da ilk kez o gün öğrendim.

kendi hissettiğim duyguya bir isim de ilk kez o gün koydum zaten. chan hyung'un minho'nun dizlerini kuru hıçkırıklarla temizlemesini benzer hıçkırıklarla izlerken ilk kez gördüm sevmeyi.

ben minho'ya aşık olduğumu bile chan'in gözlerinden öğrendim.

şimdi ben bu olaydan yıllar sonra yine ağlıyordum. ama minho parkta düştüğü ve dizleri kanadığı için değildi. minho kalkmıştı, kimsenin elini bile tutmadan düştüğü yerden kalkmıştı. bendim o günden sonra hiç kalkamayan. şimdi de bu yüzden ağlıyordum.

bahar dönemi başlamadan önce ayık gezdiğim çok az gün vardı. alkolik olmak için çok küçüktüm ama bütün hücrelerim sanki bir anda ortak bir karar almış, tüm fonksiyonlarını karşılamayı kesmişlerdi ve ben bir şişe viskiye ulaşamadan da yeniden çalışmaya başlamayacaklardı.

ellerim soğuktu. dakikalardır gözümden akan yaşları silmek için yanaklarıma dokunmama rağmen buz gibilerdi ve titriyorlardı. kontrol edemiyordum. aslında hiçbir organımı kontrol edemiyordum. dediğim gibi vücudum sadece biraz alkol istiyordu ve ruhum da viskinin onu sakinleştirmesini.

çünkü minho yapmayacaktı, chan'in yapma şansını da ben kaybetmiştim.

"sen iyi misin?" kabinin kapısı hafifçe tıklatıldı. aklım tam olarak çevremde olup bitenlerden haberdar değildi ama tok sesi duydum. cevap vermeyecek kadar ağlamakla meşguldüm sadece.

kapıdaki her kimse bir daha tıklattı ama bu sefer bir şey söylememişti. siyah ayakkabılarını kapının altından seçebiliyordum. gidecek gibi durmuyordu ve ben her ne kadar kendimi duyamayacak kadar ölü olsamda hıçkırıklarımın kulağa korkunç geldiğini tahmin edebildiğim için onu suçlayamadım. içerde ölüyor olmadığıma emin olmak istiyordu, ki buna ben bile emin değildim.

"anlaşılır bir şey söylersen seni rahat bırakacağım."

rahat bırakılmak istemiyordum. birinin beni ayağa kaldırmasını, ben susana kadar bana sarılmasını istiyordum. ama biri burda değildi. biri aşık olduğu adamla birlikte bir geleceğe başlamak için bütün ders programını doldurmuştu ve şu an kampüsün diğer ucundaydı. biri gelmeyecekti.

minho gelmeyecekti.

"iyiyim." anlaşılır bir şey söylemediğimi biliyordum. büyük ihtimalle ıslak ve anlamsız bir ses çıkarmıştım. kapıdaki siyah botlu kişi için yeterli olacağını ummuştum yine de.

"bir şey ister misin?"

eğer ben okulun ilk katındaki aptal küçük sayılabilecek bir tuvalette sanki işgence görüyormuş gibi ağlayan birini duysaydım en azından paniklerdim. dünyanın en normal konuşmasını yapıyormuşuz gibi çıkmazdı sesim. duygu barındırmayan bu sesi çıkarmak için yabancının bu sahneyi günde en az bir kere yaşıyor olması falan gerekiyordu.

someone's someone | minsungWhere stories live. Discover now