birinci bölüm

9K 632 200
                                    

saat 09:45; yetiştirme yurdu, pencere kenarı, bir serçe ve jisung...

tüm çocukların etüt salonuna indiği o saatlerde çocuk odasında, pencerenin dibindeki yatağının üzerinde, yalnızlığıylaydı. yalnız olmaktan nefret ediyor ama o çocuklarla olmaktansa yalnızlığı seçiyordu. yalnızlığı bazen yağmur, bazen bir kedi, bazen ise asfalttaki arabalardan gelen müzik sesleriydi. yalnızlığı onu hiç yalnız bırakmıyordu. hiçbir şey olamasa boğazında bir ağrı, içinde büyük bir sıkıntıydı ama vardı.

olmayan şey ise ona bir pazartesi geleceğini söyleyen annesiydi. onu bu eski binaya bıraktığı gün yağmur yağıyordu. bir pazartesi günü yağmur yağarken gelecekti annesi. onu alıp götürecek ve jisung buraya hiç uğramamış gibi yoluna devam edecekti. burası onun hayatında, yolun kenarındaki bir dinlenme tesisiydi.

çok uzun sürdü, yıllar sürdü sanki. ama o hiç yorulmamıştı ki.

yağmur yağmayan pazartesilerden nefret ederdi bu yüzden. bir de onun derse gelmediğini gören öğretmeni peşinden odasına geldiğinde hiç sevmezdi o günü. pazartesi günü, jisung'un oturup yağmuru beklediği o gündü. kimse ona kızıp "herkes bekliyor birilerini," diyemezdi. onun annesi geleceğini söylemişti. o vardı, vardı değil mi?

madde olmayan yalnızlığını bile sığdıracak bedenler uydurmuştu, camının önünde ağaç dalındaki şu serçe mesela. yalnızlığı bu bomboş oda, sessiz kolidor, yaprak kımıldamayan sokak değildi de bir serçeydi artık. annesinin hatıralarındaki resmi hariç hiçbir şeyi yoktu ki elinde. yani şimdi, annesi var mıydı?

o büyüdükçe içindeki öfke de büyümüştü, özlemiyse aklından silinmek üzere olan kadın için hissedilmeye değmezdi artık. yine de jisung, pazartesi günü o etüt dersine hiç katılmadı; pazartesi günü o yağmuru hep bekledi. ne zaman yağmur yağsa "bu yağmurla gelecek," dedi.

bir pazar günü veyahutta bir salı gecesi yağsa yağmur, hep kızar; "neden bir gün bekleyemedin, neden biraz daha acele etmedin?" diye söylenirdi. küçük bedeni yorganının altında bir top haline gelirken bu kez de yalnızlığı yorganı olmuştu işte, onu çepe çevre sarmış, sarmalamıştı.

bazen yağmur pazartesi yağardı. jisung bu kez de annesi hazır mı diye endişe etmeye başlardı. bavulu var mı? varsa dolu mu? değilse doldurması çok uzun sürer mi? sürmese bari, hemen gelse. jisung'un valizi hep hazırdı. havalar soğumaya başladığında ve de nisan yağmurları yaklaştığında dışarı çıkardığı birkaç parça kıyafetini valizine tıkar, hazır vazıyette beklerdi annesini.

yağmur yağar, önce ağaçların tepeleri sonra asfalt ıslanırdı. asfaltın rengi de gökyüzününki gibi kararırdı hemen. küçük jisung korkardı bu havanın kasfetinden, rüzgarından, gökgürültüsünden ama kimse onu içeride tutamazdı o gün. valizini de kapıp bahçeye koşar, o demir kapıya tutunur beklerdi yağmur dinene kadar. onu oradan almak istediklerinde çıkardığı yaygaraya kimse katlanmak istemezdi.

şimdi jisung düşünüyordu da, annesi bile katlanamamıştı o küçük çocuğa. annesini bırak, kendisi bile sıkılmıştı o inatçı çocuktan. annesinin yetiştirme yurduna bıraktığı gibi o da geçmişte bırakmıştı onu.

yine de pazartesi günleri o camın önünde oturmaktan hiç vazgeçmedi. ezberlediği o binaları, adını hiç bilmediği ama çok sık gördüğü o yüzleri izlerdi uzun uzun. bazen evlerin camlarındaki perdeler açılır da içerisi bir tablo gibi ona sunulursa, utanmadan girerdi içeri. duvarlardaki tabloları, koltuk takımlarını, televizyondan cama yansıyanları; bazen de elinde sigarasıyla balkonunda oturmuş onun gibi etrafı izleyen çocuğu izlerdi.

ıhlamurların çiçek açtığı o zamanları severdi en çok. perdesini ve camını gep geri açar, bu kez o komşularına bir tablo sunardı. ıhlamur kokusuyla birlikte soğuk rüzgarları da buyur ederdi içeri. soğuktan titrese de elindeki kitabıyla ilgilenir ve aldırmazdı. o sıra bedenine hastalık veren bu aktivite ruhuna dokunurdu. ruhunun ilacı da buydu.

okuduğu bölümü bitirip kıtabını kapattı ve yatağının yanındaki sehpanın üzerine koydu. ne ayraç kullanır ne sayfaları katlardı. okuduğu bölümü bitirmeden kitabından gözlerini çekmez, sonraki gün teker teker bölümlere bakıp kaldığı yeri ararken neler olduğunu hatırlamayı, parmaklarını sayfalarda gezdirmeyi ve kitabıyla haşır neşir olmayı severdi.

ağladığı o çocukluk günlerinin aksine yüzünde bir gülümsemeyle yapardı çoğu zaman bunu. huzuru annesinin sıcak göğsünde, kollarının arasında değil de odasının yarısını kaplayan kitaplarının arasında bulmuştu.

yatağına uzandığında tam karşısında kalıyordu duvarını kaplayan kitaplık. bu yüzden uyumadan önce kitaplarına sırtını dönemezdi hiç. gece lambasıyla turunculu sarılı parlayan kitap kapaklarına bakar, her birinin hikayesini geçirir aklından öyle uyurdu. yalnızlığı kitapları olmuştu artık.

bu kez bölümü erken bitmişti ama bir bölüm daha okumaya kalkışırsa bitiremeden uyuya kalacağını biliyordu. belki biraz takıntılıydı ama onun bile değilse kimin umrunda?

bakışlarını camından dışarıya sürükledi. önce camının hemen önündeki birkaç daldan sarkan ıhlamur çiçekleriyle bakıştı. onların ona değil de, karşı balkonda sigarasıyla oturmuş jisung'u izleyen gence baktıklarını kim iddia edebilirdi?

o genç edebilirdi pektabii. derdi ki "jisung kim? ben ıhlamur çiçekleriyle bakışıyorum." kimse de aksini iddia edemezdi. tam o an onunla göz göze gelen jisung dışında.

daha önce de pek çok kez jisungun bakışları o çocukla kesişmişti. belki de jisung perdelerini çekmeyi sevmediğinden çocuğun gözü hep onun odasındaydı. ama bu kez beklenmedik şekilde uzadıkça uzamıştı bu bakışma. çocuk önce sigarasını bitirmiş, sonra balkonunun demirlerine yaslanmış ve belki de jisung sırtını yatağının başlığına yaslayıp uyuya kaldıktan sonra bile onu izlemeye devam etmişti.

...
az önce yazdım, hemen yayınladım ve ilk defa üç bölümünden sonrasını bilmediğim bir kurgu yazıyorum.

09:45, minsung ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin