altıncı bölüm

2.8K 430 81
                                    

saat 09:45; pazartesi yağmuru, minho'nun kafesi ve jisung...

jisung, derin uykusundan camına vuran yağmur damlalarının sesiyle uyandı ve gözlerini karanlığa açtı. bu ses onun için bir alarm gibiydi, bazen saatlerce susmayan ve onun korkularını, beklentilerini, üzüntüsünü tetikleyen bir alarm. bu alarm ona "yalnızsın." derdi. "yine gelmeyecek." derdi. "kimse gelmeyecek." derdi.

ama bu kez, jisung birini beklemiyordu. bu kez jisung sanki biri gelmiş gibi hissediyordu. hala birbirleriyle net bir bağlantıları olmamasına rağmen o yabancı hep görünürdeydi. yolda, pencerede, kütüphanede. hep onun için geliyor gibiydi. son birkaç ayda yurdu daha sık ziyaret ediyordu. bu ziyaretler özellikle jisung cama çıkmak yerine kütüphanede ders çalışırken gerçekleşiyordu.

o pazartesi günü yağmur yağarken jisung hissettiği değil hissedemediği hislerin arasında kaybolmuştu, çıkmak için kendine bir yol çizemiyordu.

şimdiye kadar kaybolan hislerin hepsi zihninin labirentinde olması gereken yerlerdeydiler. şimdi bazıları kaybolmuş, bazılarının da yerine başka şeyler geçmişti. jisung bu yenilikleri seziyordu ama tam olarak fark etmesi bu yağmuru bulmuştu.

yağmur yağarken gelmeyen annesinin boşluğu göğsünü eskisi gibi sıkıştırmıyordu, çünkü birkaç saat önce hatırlıyordu ki o yabancı tam göğsünün üstündeydi. jisung'un kolları ona sıkı sıkıya dolanmıştı. bu binanın içindeki birine ilk sarılışıydı belki de. belki de yabancı oluşu yüzünden jisung ona bu kadar kapılmıştı.

yalnız hissetmiyordu. biliyordu ki çıksa burdan ve geçse karşı kaldırıma, o binanın kapısı hemen açılır ve ikinci kattaki o daireye buyur edilirdi. yıllarca kitapları, ıhlamur çiçekleri olmuştu yalnızlığı, yalnızlık hayatının merkeziydi birkaç ay önce. şimdi her şey yerinden oynamış, hayatının merkezine o adam geçmişti. minho. adından, yaşından ve gösterdiği güzel kalbinden fazlasını bilmediği minho.

başlarda minho'yu kendini tanıttığı kadarıyla tanımayı kabul etmiş, bir yabancıdan fazlasını istemeye hakkı olmadığını düşünmüştü. zaten tamamen yalnız biri için o kadarı bile masal gibiydi. belki de kendini bir kitabın içinde hissettiğinden kitaplara ilgisi azalmış, minho'ya ilgisi artmıştı.

artık yetmiyordu. minho'ya karşı şımarık hissediyordu ama bundan vazgeçemiyordu. daha fazlasını öğrenmek istiyordu. sanki yeterince büyük değilmiş gibi hayatındaki yeri, onunla ilgili daha çok şey öğrenip hayatının daha fazlasını ona vermek istiyordu. aynı zamanda onun için de, daha fazlası olmak istiyordu. bu büyük olasılıkla hastalıklı bir düşünceydi.

ama jisung'un hissettiği hiçbir duygu dozajında değildi, onunla ilgili her şey hastalıklıydı. yine de bu hastalığın bulaşıcı olmasını diledi. minho'nun da aynı durumda olmasını dilemekten başka yapabilecek bir şeyi yoktu.

yapabildiği tek şey zihninin labirentinde yolunu aramakken, gerçeğe dönmeyi çok istedi. bu yüzden saati umursamadan ayrıldı odasından ve o binadan. kaldırımda dikilip bir süre minho'nun balkonuna baktı ama bu da onu olması gereken gerçeklikte hissettirmedi. sabahın soğuğuna rağmen üşümüyordu mesela. çıplak kollarındaki tüyler diken diken olmuştu ama o hissetmiyordu. başka bir gözle dünyayı izliyor gibiydi.

ne kadar yürüdüğünü, ne kadar hızlı gittiğini ve ne kadar uzaklaştığını bilmiyordu ama önünde yürüyen adamın minho olduğunu fark etmesi onu gerçeğe döndüren şeydi. başta çok yakınındaki bu adama çok uzak hissetti çünkü hala bedeninin içinde hissetmiyordu. sadece emin çıkmayan sesiyle "minho.." diye seslendi.

minho tanıdık sesle arkasına döndüğünde gece onu bıraktığı haliyle karşısında duran çocuğu süzdü. üstü başı onu bıraktığı gibiydi ama yüzündeki mutluluk ve huzur yok olmuştu, üstelik sırılsıklamdı. hemen onun yanına gitti ve zayıf bedeni kendisine çekerek şemsiyenin altına soktu. jisung, yüzü minho'nun ceketine değene dek ıslandığının farkında değildi. minho'nun kolları onu sıkıca sarana dek üşüdüğünü de fark etmemişti.

"jisung?" diye sorarcasına konuştu minho. net bir soru sormak istiyordu ama ne soracağını bilemiyordu. neden sabahın bu kadar erken bir saatinde dışarı çıktığını, neden üstünü giyinmediğini, en başta ne olduğunu sormak istiyordu ama küçüğünün titreyen bedeni tüm bu konuşma için hazır olmadığını düşünmesine sebep oldu. bu yüzden konuşmak yerine onu kolunun altından çekmeyip hızlıca iş yerine yürüdü.

jisung nereye gittiklerini bilmiyordu ama minho'nun yanındayken bunu sorgulamak aklına bile gelmemişti. sebebini bilmediği bir şekilde iyi hissediyordu. kaybolduğu o labirent aynı karmaşıklığıyla duruyordu ama artık karanlık değildi, yolunu bulabilir gibiydi. yolunu gün ışığı aydınlatıyordu şimdi. hep böyle hissetmek istedi, böyle... huzurlu.

bir kafeye geldiklerini minho'nun onu bırakıp masaya oturtmasıyla anladı. etrafına baktığında beyaz renklerin ağırlıkta olduğu, onun dışında toprak tonlarıyla süslenmiş bir kafeye geldiklerini fark etti. tezgahın arkasından biri bağırarak içeri girdi sonra.

"çamurlu ayaklarınla kafemi kirlettiysen sen temizleyeceksin minho!"

minho normalde 'bu kafe benim de kafem' diyerek söylenirdi ama ağzından tek bir kelime çıkmadı. gözlerini jisung'tan zorlukla çekip seungmin'e çevirdiğinde onun kendisinden daha şaşkın olduğunu fark etti. jisung hasta gibi duruyordu ve arkadaşlarına ondan hiç bahsetmemişti. seungmin'in ardından mutfaktan çıkan chan ve aynı anda kafeye giren hyunjin'in yüzünde de aynı şaşkınlığı gördüğünde işin içinden çıkmasının gittikçe zorlaşmaya başladığını hissetti.

"bizi biraz yalnız bırakır mısınız?" demekten başka yapabilecek bir şeyi yoktu. chan mutfağında kalabalık sevmemesine rağmen anlayışlı bir arkadaştı ve herkesi içeri toplayıp kapıyı ardından kapattı.

sonunda yalnız kaldıklarında minho üzerindeki ceketi çıkartıp jisung'a giydirmişti çünkü çocuk onun aksine sadece bir tişörtle ve sırılsıklamdı. kendini jisung'un yanındaki sandalyeye bıraktıktan sonra onun üşüyen ellerini tuttu ve kendisine dönmesini sağladı. jisung ellerindeki sıcaklığı çok sevmişti ama bunun aksine, yanaklarına akan sıcak gözyaşlarından nefret etti. yine de minho onun gözyaşlarını sildiğinde daha çok ağlamak istemişti.

"neden ağlıyorsun şimdi?" diye isyankar bir sesle sordu minho. çocuğun yaptığı hiçbir hareketin sebebini bilememek onu daha da uzak hissettiriyordu. oysa o her şeyi bilmek ve anlayışla ona sarılmak isterdi. onunla konuşmak ve iyi hissettirmek isterdi. onu korumak isterdi.

"bilmiyorum ki... bir sürü şey var ve sana ne anlatabilirim bilmiyorum." jisung da sinirle konuştu.

ne kendine ne de karşısındaki adama sinirliydi. o sadece net olmayan her şeyden nefret ediyordu. net olmayan her şey ona acı veriyordu. sadece birkaç kelime yeterliydi oysaki her şeyini ortaya dökmesine. bu kadar basitti işte ama kimse o birkaç kelimeyi etmemişti. dilindeki düğümün çözülmesi için bekliyordu ve beklediği her saniye bir el boğazını sıkıyordu. sonunda minho konuştu ve boğazındaki el çözüldü, jisung onun elini sıkarken derin bir nefes aldı.

"bana her şeyi anlatabilirsin." demişti minho.

sonunda, sonunda biri jisung'u dinliyordu. biri jisung'un konuşmasını istiyordu. her şey sessizdi ve jisung'un ağzından dökülecek kelimeler sonunda o hariç biri için önemliydi. en azından jisung öyle hissetmişti.

"uyandığımda..." diye başladı söze. uyandığında duyduğu yağmur seslerinin, pazartesi oluşunun ondaki etkisini anlattı. minho jisungla karşılaştığında onun aslında bir kriz anında olduğunu ancak fark etmişti. sonra sordu, sordu ve jisung'un kalbindeki bir kilidi daha açtı. o sabah jisung'un boğazındaki bir düğümü daha minho çözdü. jisung yine anlattı. anlattıkça gözyaşları arttı, nefesi kesildi ama o sabah jisung ne olursa olsun minho'ya her şeyi anlattı.

minho da usanmadan onu dinledi. bir kez olsun jisung'un sözünü kesmedi çünkü biliyordu ki jisung'un anlatmaya ihtiyacı vardı. birinin onu can kulağıyla dinlemesine ve göğsündeki o acıyı hafifletmesine ihtiyacı vardı.

minho kendi acısını bastırdı. o da çok anlatmak istedi ama biliyordu ki o an dinleme sırası ondaydı, elbet anlatacağı zaman da gelecekti. o zaman jisung'un da onu dinleyeceğini biliyordu. bu yüzden sadece dinledi ve her bir gözyaşını sessizce silip jisung'un acısını memnuniyetle paylaştı.

sonunda jisung'a sıkıca sarılmış ve onun zayıf bedenini, soğuktan olmadığına emin olduğu titremeleri dinene dek kolları arasına hapsetmişti.

09:45, minsung ✔Where stories live. Discover now