FAKİR ZENGİN

45 11 11
                                    

19.07.2022

Kapalı çarşının girişinde, sağda yanyana dükkanları bulunan iki esnaf on yıldır beraberce çalışmakta ve komşuluk ilişkilerini yürütmekteydiler.

En azından haftada bir ya kuyumcu Atıf, ailecek Hüsnü'ye misafir olur ya da Hüsnü ailesiyle birlikte kuyumcu Atıf'a misafir olurdu.

Atıf ile Hüsnü dini faaliyetlerini de beraber yaparlardı. Dükkanlarını Güneş doğmadan önce açarlar ve bereket beklerlerdi.

Dünden kalan tüm bozuklukları kapılarının üzerindeki demirlere düzerler ve para istemeye gelenlere dağıtırlardı. Hatta bir gün Atıf; "Bugün namazdan büyük tad aldım. Kazancımın yarısını Allah rızası için dağıtacağım." demiş ve dağıtmıştı. Hayırda yarışıyorlardı.

Kuyumcu Atıf'ın işleri açıldı, büyük tüccarlarla çalışmaya başladı, ikinci ve üçüncü şubesini de açtı. Atıf artık hayır işlerinde Hüsnü'yü yalnız bırakıyordu.

"Tüm parasını yatırımlarına vermiş olacak ki hayır yapamıyor. Ya da daha büyük bir hayır için birikim yapıyor." diye düşündü.

Atıf artık her hafta tatile çıkıyor, otelleri ev ediniyor ve milyonlara para demiyordu.

Önceleri gece geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalabildiği için sabah namazını kazaya bırakmaya başladı. Sonra sonra beş vakit de toplantılardan, iş yemeklerinden, yeni projelerden vs. kazaya kalmaya başlamıştı. Gece tüm kazaları kıldıktan sonra çok pişman oluyor, üzülüyor, af diliyor ama sonraki gün yine aynı şeyi yapıyordu. Aksatmalar, terk etmeye kadar devam etti.

Bir ay önce yeni bir otel satın almış ve otelde yaşamaya başlamıştı. Bu otele taşındığından beri alnı secdeye değmemişti. Vicdanını yaptığı bir miktar hayırla rahatlatmaya çalışıyordu. Zaten Allah için çalıştığını iddia ediyor, tamamen rahata kavuştuğunda namaza geri döneceğine inanıyordu.

Hüsnü sonunda Atıf'a ulaşabilmişti. Şimdi kaldığı oteli de öğrenmiş, ailecek ziyarete gelmek istediğini bildirmişti. Atıf'ın çok fazla işi vardı lakin eski dostunu geri çevirmektense toplantıyı ve görüşmelerini iptal etti.

Hüsnü, Atıf'ı kapıda görür görmez, öyle sarıldı ki ayların hasretini Atıf kemiklerinde hissetti.

Hüsnü, ilk defa lunaparka giden çocuğun gözleriyle eski dostuna bakıyor ve sevincini nasıl ifade edeceğini bilmiyordu.

Kardeşim bu otel seninmiş. Atıf'ın onaylamasıyla, "Maşallah, maşallah Allah daha da büyük ve hayırlı zenginlik versin." dedi, etrafı izlerken.

Girişinden itibaren otelin ihtişamına hayran kalmıştı. Atıf kaldığı yeri en güzelinden seçmiş, kendisine çatı katında mükemmel bir yer inşa ettirmişti.

Hüsnü sürekli eski günlerden bahsediyordu. Atıf'sa uzak, çok uzaklardaki bir yolcuyu izler gibi dalgın dalgın bakıyordu.

Hüsnü, o dönemlerde Atıf'ın ne büyük hayırlar yaptığını bildiğinden, şimdiki hayırlarını tahayyül bile edemiyor ve dostunun az da olsa anlatması için bekliyordu.

Hoş sohbetlerin, yemeklerin, meyvelerin, çayların ve çerezlerin ardına ezan okundu; "Atıf benim abdestim var. Nerede namaz kıla bilirim, kıble neresi?" diye sordu.

Atıf ölü balık gibi hüzünlü ve hissiz bakarak; "Hüsnü biz servete, ihtişama, mevkiye kavuştuk ama kıbleyi unuttuk. Burada kıble neresi bilmiyorum."

Hüsnü, yutkunmak istedi fakat yutkunamıyordu. Sanki o an birisi boğazına kalın bir sopayla sertçe vurmuştu. Hüsnü, birkaç dakika kendine gelemedi. En sonunda ölmek üzere olan birinin kısıtlı ve hüzünlü sesiyle eşine seslendi; "Hanım yavaştan hazırlanalım. Vakit geçmesin, namazı evde eda ederiz. Hem ziyaretin kısası makbuldür."

Beraberce çıkarlarken; "Atıf çok fakirleşmiş çok..." dedi. Eşi Hüsnü'nün dediklerine anlam veremedi ve sorduğundaysa; sonra anlatacağı, yanıtını aldı.

Atıf yine bütün bir hafta içi harıl harıl çalışmış ve yine tatili hak etmişti. Ama artık deniz ve sahillerden bunalmıştı, artık doğa gezileri yapmak istiyordu.

Tek başına dağlara gezintiye çıkmıştı. Aracıyla çıkabildiği kadar yükseğe çıkmış ve dağın bir kısmını da yürüyerek, aheste aheste gezmek istemişti. Kuşların cıvıltısı, ormanın rahatlatıcı görünüşü ve enfes hava...

Buralara bir ev yaptırmayı düşündü; "Ama yalnızca ben gelmeliyim. Burayı kalabalıkların yalnızlığına terk etmemeliyim, burada yalnızlığımın kalabalığı yeter."

Tam bunları düşünürken bir mağara gördü. Mağarayı eve çevirmek fikri aklını çeldi. Çok daha doğal olacağını düşünerek incelemeye başladı. Derinlere doğru ilerledi. Mağaranın sonunda bir karartı gördü. Daha da yaklaştığında örtünmüş bir adam olduğunu anladı.

Derviş geriye döndü. "Kaybettiğini mi arıyorsun?" dedi. Atıf, dervişin elinde sevdiği kuş'a baktı, sevdiği elinin bileğindeki yılanı ve tasın içindeki balığı da hayretler içerisinde seyretti.

"Evet! Sanırım kendimi. "Derviş bu sözü içinde demledi. Ve "Ne iş yaparsın?" diye sordu. "Tüccarım." dediğinde; "Demek meslektaşız." cevabını aldı.

Atıf çok şaşırdı; "Nasıl olur? Dağ başında neyin ticareti yapılır?" dedi.

Derviş gülümseyerek; "En büyük insanın bir sözü var: Rızkın onda dokuzu ticarettedir, biri de hayvancılıkta."

Atıf sakalını sıvazladı, sol yukarıya baktı ve derin derin düşündü fakat kimin sözü olduğunu hatırlayamadı.

Derviş devam etti; "En hayırlı ticaretse dünyayı satıp, ahireti almaktır. Sizin gibi şehir hayranı, şehirli tüccarlar ise ahireti satıp, dünyayı alırlar.

Dünya hayranı tüccarlar; para karşılığında yalnızca mallarını değil kişiliğini ve imanını da satarlar.

Asıl akıllı tüccarlar hakikati, yani ahireti alıp, karşılığında dünyadan vazgeçebilenlerdir.

Hakikat sonsuzdur fakat imtihan (Dünya) sonlu... Sonsuzluk ise sonu olanla kıyaslanamaz. Şimdi git buradan ahmak tüccar. Bir daha da akıllanıncaya dek gelme."

Atıf, yürüyen ceset gibi gerisingeriye döndü...

ÖYKÜLERİMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin