Bölüm 17: Tek Bir Kapı

8.3K 306 160
                                    

Sarmaşıklarla kaplı bir duvarın kenarında duruyordum. Rüzgârın tertemiz kokusu burnumu okşayarak ciğerlerime dolarken kulaklarım duvarın öte tarafından gelen duru su sesindeydi. Ben neden burada bulunduğumu, şeffaf havanın nereden geldiğini, sımsıkı işlenmiş sarmaşıkların arasından rengi görünen gri duvarın arkasında ne olduğunu bilmezken su sesi kendini açıkça belli ediyordu ki onu duydukça gözümde yeşil bir çarşafı andıran yosunların örttüğü eğri büğrü kayaların altından süzülen küçük mü küçük bir şelale canlandırmadan edemiyordum. Ve sağımda kalmış sesten dikkatimi koparıp da soluma bakmıyor, sadece kulaklarımı, tenimi ve ciğerlerimi doyuruyordum. Sonra ansızın çöktü ayağımın altında yumuşayan zemin, duvar da gri bir aynaymışçasına baştan aşağı parçalara ayrılmışken karanlık bir suyun içinde buldum kendimi. Karnımın üzerinde ağırlığını hissettiğim beton parçacığı beni durmaksızın dibe götürürken görüntü yavaşladı; bir rüya gibi, kendi gözlerimden karanlığa değil de bambaşka gözlerden kendime bakıyordum ve suyun etkisiyle dalgalanan saçlarımı, aheste aheste yukarı kalkan kollarımı kılım bile kıpırdamadan izliyordum. On binlerce cümle kursam da ağzımı açamayacak kadar dilsiz, konuşup dursam da iç sesimi dahi duyamayacak kadar sağırdım. Deliksiz bir kara çıkmaza gömüleceğimi sanırken ben, yukarıdan gelen son ışık çizgisinin ince aydınlığında kaldım öylece. Deniz bir gökyüzüydü ve ben ipi sağlam bir yere bağlanmış uçurtma gibi havada asılı kalmıştım, öylece.

Tıpkı yukarıdaki uçurtma gibi donakaldığımda bir çift kolun himayesinde, devasa deniz ufalıp dar bir küvetin içine sığarak orada infilak etti ve benim bedenimi de püskürttü boşluğa. Her kıvrımını dolduran yoğun damlacıklardan kurtulan bedenim, gözleri kocaman açılarak ve derin bir nefes için ağzı aralanarak feraha kavuştuğunda ne dilsiz ne de sağırdım artık. Bunu anlamamı sağlayan en iyi kanıt kollarımdan sıkıca tutanın ağzından çıkandı: "Şuraya," derken kendisi beraberinde beni de taşımasıyla, saldırıya tam üzerinde yakalandığımız eşikten karşı koridora atıldık.

Üzerimdeki sırılsıklamlık kuruyup gitse de acı bir korkunun nemi hâlâ yakamda ve bileklerimdeydi. Sırtım buz gibi duvarla bir olduğunda nefesler boğazıma dizildi; uzun süre oturup birden ayağa kalkmışçasına döndü başım. Dilimin ve beynimin düğümlenmesine izin vermeden iki sözcüğü birleştirebilmek için döngüden firar ettiğimde bu kez ben asıldım karşımda duranın kollarına. "Neydi bu?" Yanında güvende oluşum hissini kaybetmek istemiyordum. "Doğukan neydi bu?"

"Tankla binaya girdiler Kumsal," Bilgiçlik taslayan bakışlarını gözlerime dikti; telaşıma dalga geçerek cevap verirken yüzünde korkmuşa benzer bir ifade de yok değildi. "Az sakin ol," Soluklanışı benden yavaştı ve yarı açık dudakları pembeleşmişti. "Buradan bir zarar gelmez." dedi başını oraya buraya çevirerek koridor duvarlarını iyice kontrol ettikten sonra. "İkinci taşı nereye atacak acaba dangalaklar?"

Kaşlarımın çatıklığını hissederek "Ne ikinci taşı ya?" diye çıkıştım.

"Gel," diyerek pek de soru anlamı taşımayan cümlemi havada bıraktı. Kollarına yapışmış ellerimi kendinden ayırarak avuçladı ve kendi hizasından ayırmadan koridorun sonuna sürüklemeye başladı beni.

Üretime geçip çalışmalarını ısrarla artıran tükürük bezlerim böyle giderse iflas edecekti. Buna rağmen, Doğukan'ın avuç içinde üst üste binmiş parmaklarımın şaşkınlığıyla yutkunmakta zorluk çekiyordum, en kötü yanı da bu olsa gerekti.

Koridorun sonundaki, karanlığı aydınlatan beyaz kapıya vardığımızda hizayı bozdu ve bir adım gerisinde kaldığım hâlde aramızdaki teması yok etmeden kapıyı ittirdi; simsiyah odaya girer girmez elektrik düğmesine basarak görülebilir kıldı ortamı.

Kalbini Aya VerWhere stories live. Discover now