Bölüm 20: Papyon Takmak Yasak

1.6K 97 38
                                    


Başımı göğsüne yasladığımda karanlık odaya yayılan şarkının sesi daha da artmış gibiydi. Sağ elim sol eline sığınmıştı ve gözlerimi çoktan kapatmıştım. Bir şarkı çalmaktaydı eşlik etmemiz gereken fakat biz hareketlerimizde kendi bildiğimizi okuyorduk. Bir o yana, bir bu yana orantısızca sallanıp duruyorduk çıt çıkarmadan; en sıradan hâlle. Sonra "Kumsal," dedi fısıldayarak. Fısıltısı alnımı okşayarak yanağıma değdi. Mırıldanarak cevap vermemin ardından hafifçe boğazını temizledi ve son cümlesini tüketti: "Sırf saçının bir teline ya da gözünün kıyısındaki benine beni gömsünler diye bir an önce ölmek isterdim."

İşte bu gerçek olamayacak kadar güzel hayalin gerçekleşmesini mümkün kılabilecek tek şey, atlamaktı bir uçurumdan. Zor olan atlamak da değildi; bulabilmekti sonu olmayan uçurumu.

Hemen dikkatini toplayan abim bileğimden yakaladığı gibi sürüklemeye başladı. Durmak bilmeden, benim adımlarımı beklemeden ilerliyordu; dün gece kaldığım odanın önüne gelince durdu. "Geç kardeşim," dedi sesindeki kibarlığın aksine oldukça sert bir itme hamlesiyle. Ona içeriden bakıyor konuma geldiğimde kaşlarını kaldırarak uyardı. "Doktorunu kovup geleceğim, burada bekle. Gökyüzünden yağanları unutma."

Doktorum, nasıl biriydi acaba? Yaşlılıktan buruşmuş muydu suratı yoksa annemin sevebileceği gibi gencecik miydi yüz hatları? Şimdi niçin böyle bir şey düşündüğümü bilmiyordum. Bildiğim, haylaz bir cesaret edindiğimdi. Gökyüzünden yağanları hatırladım; onları unutmamalıydım.

Suyun ağırlığının etkisi altındaki bir kayıkta, donmuş bir korkuyla kocaman yüksekliğe sürükleniyordum. Zaman yönelimim bozulmuştu ve başımı göğe kaldırdığımda bulutları net göremiyordum. Bir anda, korkuya bastım ve ayağımın altında parçalandı buzlar. Kaygan parçalarla birlikte aşağı düşmeye başladım.

Gülümsüyordum. Çünkü ya buradan ve tüm bunlardan kurtulacaktım ya da aklımın esaretinden bağımı koparıp kaçacaktım. İki ihtimal de kendi varlığıyla hoştu; bunca akıllı insanın içinde, bir delilik parıltısına sahip olmak kulağa kötü gelmiyordu.

Oturduğum yerde saymaya başladım. Bir, iki... Yedi, sekiz... On dokuz, yirmi... "Abi!" diye haykırdım birden. Bu haykırış o kadar hızlı işlemişti ki odanın kuru havasına, düşüncem bile yetişememişti sesime. "Doktorumu kovaladın mı?" Karşılık beklerken sayıyı başa sardım; otuza gelmeme rağmen tek duyduğum, sessizliğin tanıdık kokusuydu. İşte, tam anlamıyla suyun dibine çökmüştüm. Zihnimin kapısını araladıkça simsiyah su sızıyordu ayaklarımın ucuna.

Doğukan'la siyah suların arasında dansıma devam etmekteyken kapı açılıverdi.

"Kalk Kumsal." dedi ortada tuhaf olan hiçbir şey yokmuşçasına, ortadan kaybolup giden o değilmişçesine, Ahmet Amca.

"Oyun bitti mi?" Sırıtıyordum. "Abimi aldılar mı?"

Değişen yüz ifadesi ürkütücüydü. Söylediğimi anlamak için bir müddet çabalar gibi yaptı fakat sonrasında çabasından vazgeçerek odanın çıkışına yöneldi, beni de arkasına alarak.

Koridorda yürürken dikkatimi çeken, ıssızlığıyla çalmaya ve evin her bir noktasını aydınlatmaya devam eden kemandı. Bense önümdekinin ensesine bir tane yapıştırmayı düşlüyordum.

Düşümü gerçekleştiremeden çıktık evden. Gözümü yoran güneşe inat etrafa bakıyordum. Bulunduğumuz noktadan arabanın yanına varıncaya kadar sürdürdüm bakmayı; ne etrafta ne de arabanın içinde başka biri vardı. Abim neredeydi?

Arka koltuklara geçtim. Araba çalıştı ve yer zamanla birlikte kaymaya başladı tekerleklerin altından.

"Anlatmayacak mısın artık, neden susuyorsun?" dedim elimi çenemden ayırmadan. "Biraz daha susarsan aklımı kaçıracağım. Abim, doktorlar, hatta babam nerede? Babamın da gelmesi gerekiyordu."

Kalbini Aya VerWhere stories live. Discover now