Canım Yanıyor

120 24 0
                                    

Bölüm 29

"Canımı yakıyorsun!" diye bağırdı Vada. Artık ne bir prenses ne de kalenin saygıdeğer bir misafiriydi. Savurduğu tekmeler ve attığı çığlıklarla ne denli kaba göründüğü umurunda bile değildi. "Ben kendim yürüyebilirim!" dedi öfkeyle. Acaba onu kolundan sürükleyen askeri ısırsa çok mu ileri gitmiş olurdu?

İlk kez daha önce sapmadığı koridorlardan dönmüş, geçmedikleri kapıların önünden bilmediği bir yöne doğru ilerlemişlerdi. Asker elinin altındaki kızarıklıkları umursamadan onu durdurduğunda Vada başını kaldırıp süslü kapıya baktı. Bu kaledeki her şey gibi üzeri abartılı motiflerle işlenmişti. Muhtemelen daha fazla yalanı saklamak için ihtiyaç duydukları bir illüzyondu bu da.

Vada bu dünyada geçirdiği onca zamandan sonra belki de son birkaç gündür – evet artık çan sesleri onun için günün başlangıcı ve bitişi olmuştu – ilk kez etrafını gören gözlerle izlemişti. Camın ardındaki dünya muhtemelen sadece onun bulanık hayallerinde güzel olmuştu. Gerçekte ise, yıkık dökük, kolu kanadı kırık, en kötüsü de tükenmişti. Havanın bir kez olsun açması umudunu yeşertebilirdi, ama gökyüzü her an üzerlerine kusacakmış gibi görünüyordu. Panterlerinden iz yoktu. Jaya'dan iz yoktu. Rhydian'dan ise minik bir not kalmıştı geriye.

Vada hala bir şey yememekte direttiği için Samwrita'yı odaya sokmamış, yalnızlığının her anını onu bu kaleden kurtaracak bir plan arayarak geçirmişti. Her günün bir bölümünde çığlıklar atıp tepinmiş, kapıyı yumruklamış, odadaki eşyaları kırmış; kraliçe onunla konuşmayı kabul etsin diye elinden geleni ardına koymamıştı. Ve işte sonunda kraliçenin huzuruna çıkartılıyordu. Kapı midesini tepe taklak eden bir gıcırtıyla önünde aralanırken askerin ittirmesiyle ilk kez gördüğü odaya adım attı.

Başta geniş bir salonda olduğunu düşündü. Oturma gruplarının ortasındaki sehpaya türlü çeşit yemek konmuş; bir kısmı yenmiş, çoğuna dokunulmamıştı. Vada midesinden gelen acıklı çığlığı duymazdan gelerek askerin onu çekiştirdiği yöne doğru ilerledi. Az sonra başka bir odaya açılan kapıdan geçmiş, öncekinden iki kat daha büyük bir yatak odasına adım atmıştı. Gözleri vakti olsa etrafındaki abartılı mobilyaları inceleyebilirdi. Oysa onlar tam önünde bir heykel gibi duran kadına kilitlenmişlerdi.

Kraliçe muhtemelen bir yükseltinin üzerinde, sırtı ona dönük duruyordu. Bu haliyle ürkütücü güzellikteki bir dev gibiydi. Üzerinde sırtı açık, kuyruğu Vada'nın ayaklarına kadar uzanan simsiyah bir elbise vardı ve etrafında koşturan terziler belli ki son düzeltmeleri yapıyordu.

"Seni göremiyorum."

Vada'nın beyni bir anda karıncalandı. Duyduğu sesin asla bağışıklık kazanamadığı bir hastalık gibi hücrelerinin arasına sızdığını hissediyordu. Asker onu zorlamasa kıpırdayabileceğini sanmıyordu, ama adam az sonra onu kraliçesinin karşısına geçirmişti. Kadın zavallı bir köleyi süzer gibi Vada'yı inceliyor, bakışlarıyla etini kemiğinden ayırılıp bizzat ruhunu taciz ediyordu.

"Zayıflamışsın." dedi ilgisi yeniden elbisesine kaymadan önce. İki omzundaki taşlı apoletleri birbirine bağlayan ve derin göğüs dekoltesini kısmen kapatan boncuklarla oynadı. Hareket ettiğinde omuzlarından aşağı dökülen tül dans etmişti.

"Su ipeği." dedi kraliçe kendi kendine gülümseyerek. "Gündoğumu kalesinden Gölge Şehri'ne..." Yan gözlerle Vada'ya ukala bir bakış atıp elbisesine döndü. "Can korkusu olan her varlığın ticarete yöneldiğini biliyor muydun? Meleklerin bile..." Kıkırdadı. "Güvenliğe karşılık yemek, huzura karşılık kumaş, yaşama karşılık..." Sustu. "Sence de bu toprakların gördüğü en harika kraliçe değil miyim?"

GÖLGE ŞEHRİ - GÜNDÖNÜMÜWhere stories live. Discover now