20."Benimle evlenir misin?"

512 81 29
                                    

"Hyung ne yapacaksın bir söyler misin?" diye bana ulaştırmak adına bağırdı Wooyoung. Bense panikle evin içinde bir sağa bir sola koşturuyordum. Hongjoong'a yapacağım sürprizin son eksiklerini tamamlıyordum. Her şey mükemmel olmalıydı. 

Hongjoong'la dün sahildeki konuşmamızdan sonra gece boyunca ağlamış, Wooyoung'un tesellilerini ve arada Hongjoong'a ettiği küfürleri dinlemiştim. O konuştukça ben hala kendimi ona nasıl inandırabileceğimi düşünüyordum. Beni sevdiğini biliyordum, hissedebiliyorum. Hatta bu öyle bir sevgi ki neredeyse somut, elimle bile tutabileceğim türden bir sevgi. Eğer ben bunu hissedebiliyorsam, hiçbir şey için geç değildi. 

Hala bir şansım vardı. 

"Üzgünüm Wooyoung, şu an açıklayacak vaktim yok." dedikten sonra son hazırlıklarımı tamamlayıp ceketimi giymiştim. Wooyoung'un bana olan cevabını bile duyamadan evden çıkmış, Hongjoong'un evinin yolunu tutmuştum. 

Tüm bu olanlar o kadar sinirlendiriyordu ki beni, adeta kanım kaynamıştı. Küçük yaşlarımdan beri sistemden nefret eden bir olarak büyümüştüm ben. Kuralların bazı yerlerde gerekliliği elbet vardı ancak bir çoğu insanı kendi özünden uzaklaştırıyor, hayatını anlamsızlaştırıyordu. Özellikle toplum denen yapı her şeyi ama her şeyi; her bir sözü, eylemi, en ufak bir takıyı, bir görüşü, kumaş parçasını bile yargılamak üzerine kurulmuştu. İnsanlar robotlaştırılmış, empatiden yoksun, sadece kafalarına kodlanan rutin hayatı yaşamak üzerine programlanmıştı. Özünü bulmak isteyen insan, toplum tarafından yargılanıyor, sistem tarafından cezalandırılıyor eski haline yani toplumun bir parçası olan robot haline geri döndürülmek zorunda bırakılıyordu. 

Eğer o çok okumuş uzman insanlar biraz kafalarına sokulan tabuları aşabilselerdi, kurallara boyun eğmek yerine öze, doğruya yönelselerdi Hongjoong'a olan aşkımın sahteliğini veya gerçekliğini algılayabilirlerdi. Ama sistematikleştirilmiş kölelik onları 'yapılması gereken' ya da 'olması gereken' diyerek yargılamaya itmiş, anlamaya belki dinlemeye bile tenezzül etmemişlerdi. Çünkü insanın bir beyni, beynin bir mekanizması onun da işleyen bir sistemi vardı. Beynimizi bile bir sistem kalıbına sokmuşlardı! Onların var ettiği sistemimde duygularım yoktu, mantık ve fayda-yarar ilişkisi vardı. 

Eğer ilişkim mantıksızsa bitmeliydi. Olmaması gereken bir ilişkiyse ayrılmalıydık. Yapılması gereken bizi birbirimizden uzak düşürmekti. Çünkü benim duygularım yoktu. Olamazdı. 

Robotlaştırılmalı, topluma ayak uydurmalıydım. 

Kurallara göre yaşamalı, yasakları çiğnememeliydim. 

Bu zamana kadar yaptığım tek şey bunları düşünmek, eleştirmekti. Düşüncelerime rağmen ayaklanmamış veya bir çaba göstermemiştim. Kurallara uymuş, yasak denilenden uzak durmuştum. 

Özüme kadar işlenmişti çünkü tüm bunlar ben daha küçük bir çocukken. Silip atamaz, sistemde kendi kurallarımı yazamazdım. Var olanı öğrendim, uyguladım. Alışkanlık edindim. Baş kaldırmadım. 

Ama bundan sonra böyle olmayacaktı. 

Ne zaman geldiğimi fark edemediğim Hongjoong'un kapısının önünde dikiliyordum. Daha fazla oyalanmadan zile bastım. Ceketimin cebindeki kutuyu elimle yoklayarak varlığından emin oldum. 

Bacağımı stresle titretirken kapının açılmasını bekliyordum. Hongjoong sanırım bir, bir buçuk hafta kadar izne çıkarılmıştı. Klinik verdiği şartların tamamlanmasını istiyordu Hongjoong'tan bu süre içerisinde.

Kapı bana bir ömür gibi süren bir süre sonunda açıldığında Hongjoong'u belki de hiç görmediğim bir haliyle görmüştüm aylar sonra. Saçları birbirine karışmıştı. Üstünde lacivert pijama takımı vardı, kırış kırıştı. Üstelik düğmesinin birini yanlış iliklediği için yamuk duruyordu üstündeki bluzu. Ayağında yumuşak, pofuduk ev terlikleri vardı. Gözleri şişmiş, burnu kızarmıştı. Göz altları mosmordu. Sağ eli yanında sarkıyorken, avucunda sıktığı peçetesi vardı. 

the forbidden  // seongjoong ☆Where stories live. Discover now