K.İ.19

282 84 13
                                    


Selamlar. Ve de iyi okumalar.

********

      Bir elimdeki ödev dosyasına baktım bir de gözlerimi kısarak hocaya. Her an kalkıp kafasında olan o birkaç tel saçı da yolabilirdim. Ya da kaşlarını yolup kafasına ek de yapabilirdim. Ya da en iyisi ben direkt kafasını akıllı tahtaya sokayım. Evet evet en iyisi kafasını tahtaya sokmaktı. Benim ve bütün öğrenci milleti için en makbul olanı buydu.

Ölümcül bakışlarımı hocadan çekip tekrar ödeve baktım. Yaptığımız o biyoloji ödevine seksen yedi vermişti. Bak dikkatini çekerim seksen yedi, doksan bile değil ya da seksen beş. Lan onun bana artı on puan vermesi gerekiyordu eksi on üç değil. Merih gibi biriyle çalışmamdan ötürü ayriyeten de beni tebrik etmesi gerekiyordu. Ama o ne yapıyor? eksi on üç puan veriyor üzerine bir de 'fazlasıyla verdim notlarınızı' diyor. Seksen yedi vererek fazla vermiş oluyordu. Kırdığı on üç puanı da gözüne sokmuştu herhalde. Pislik.

 Bu arada Merih demişken söyleyeyim: Merih iyileşmişti. Onun yanına gittiğimden beri sekiz gün geçmişti. Yarasının iyileşmesi ve dikişlerinin alınması için yeterli bir süreydi bu sekiz gün. Ve şu anda okuldaydı. Bütün soğukluğuyla, bütün benliğiyle, aldığımız notu umursamaz bir şekilde yanımda oturuyordu. Önceye göre biraz daha soğuktu sanki. Daha fazla insanlarla arasına mesafe koymuş gibiydi. Bilmiyorum, belki sadece bana öyle gelmişti. 

Bakışlarımın ona kaymasına engel olamamıştım. Ödevler dağıtıldığı için bu derslik ders yoktu ve o da bundan faydalanmış telefonuyla uğraşıyordu. Gerçi ders olsaydı da bir şey fark etmezdi ya neyse. 

Telefona bakarken bile bir insan nasıl soğuk olabiliyordu anlamıyorum. Yüzünü aynı anda hem ifadesiz hem de soğuk tutmayı başarabiliyordu. Her seferinde araya bir mesafe koymayı başarabiliyordu. O herkese her şeye karşı mesafeliydi. Emir ve Atıl'dan başkasıyla samimi değildi. Annesi ve onlardan başkasıyla doğru düzgün konuşmuyordu. Uzun bir süredir birlikte oturuyorduk ama benimle bile konuştuğu yoktu. Yan yana oturmamıza rağmen birbirimizden çok uzaktık. Onun zırh görevi gören duvarları vardı önünde. Gerçek onu görmenize izin vermeyen duvarlar. Ona ulaşmak için uzun mesafeleri kat etseniz bile o duvarlar çıkıyordu bu seferde önünüze engel olarak. Ona ulaşmak mümkün değildi bunu her seferinde rahatlıkla görebiliyordunuz. Onu tanımanız için çaba harcamanıza gerek yoktu, çünkü o çabalar sizi yormaktan başka bir sonuç vermezdi.

"Daha ne kadar beni öyle dikizlemeyi düşünüyorsun?" sorduğu soru gözlerimin pörtlemesine yetmişti. Kafasını telefondan kaldırmadan sormuştu bu soruyu.

Bana bakmadan nasıl onu izlediğimi gördü ki? Müneccim boku falan mı yedi? Nasıl biri bu çocuk Allah aşkına?

Bakışlarını telefondan çekip bana baktı. Yutkunmama sebep olmuştu soğuk bakışları. Tek kaşını kaldırıp sorarcasına yüzüme baktı. "S-sana baktığımı da nereden çıkardın?" diye lanet olasıca ir şekilde kekelemiştim.

Hem çocuğa bakarken ona bakmadığımı söylemek de neydi?

Halim pis bir şekilde sırıtmasına neden olmuştu.  "Emin misin bana bakmadığından?" diye tekrar sordu sırıtışı hala yüzündeyken. "Evet!" dedim sesim kesin çıkarken. İnkar etmek en iyisiydi. Şimdi kabullenip de kendi kendimi dalga konusu yapamam. İnşallah şaşı olduğumu düşünmez.

"Öyle olsun!" dedi inanmadığı sesinden anlaşılırken. Kendi kendime gözlerimi devirip önüme döndüm. Ne vardı sanki öyle bakacak? Kendi kendimi rezil etmekte bir numaraydım resmen. Hala elimde olan  ödevi sıranın altına savurup telefonumdan saate baktım. Ve ardından bir Dolunay klasiği olan, dakikaları saymaya başladım. Bu kez dakikayı tam tutturamamıştım. Daha bitirmeme bir dakika yedi saniye vardı ki zil çalmıştı. Öğlen arasına girmiştik bu zille. Ve bu demek oluyordu ki Öykü ve Emir'i birleştirme operasyonlarından birini daha gerçekleştirecektik.

KARANLIK İKİLEMWhere stories live. Discover now